13 Mayıs 2007 Pazar

İkinci Bölüm: İSLÂM TASAVVUFU - 2

Gelelim Râbıtaya... Râbıta esrarın esrarıdır. Ve zahir ehli tarafından bir takım itirazlar görmüş bir mesele... Fakat bâtın ehli bunu cevaplandırmıştır.

Râbıta çok mühim bir dâva... Râbıta, fena fillah (Allah’ta fani olmak) makamına ulaşılmış -ulaşmamışsa râbıta eden de yandı, ettiren de... Hele ettiren -mürşide, onun hayalini hiçbir an kaybetmeden kendini mürşit halinde görünceye kadar... İki türlüsü var... Biri, kalbini geniş bir dehliz farzeder, mürit... Eğer zayıf bir müritse böyle başlar. Ve o dehlizden pirini geliyor gibi görür. Namazında, zikrinde, niyazında, her ân kalbindeki dehlizden mürşit gelmektedir. Zor olanı “telebbüsî râbıta”dır. Telebbüs, giyinme, giyme demek... “Telebbüsî râbıta”da mürşidin kılığına girmek... Yani öyle olacaksınız ki, eliniz acaba onun eli mi, diye dşüneceksiniz. Tabîi bu iş sahtekârlıkla olmaz.

Râbıta onda erimek... Mürşitte... Ve çok ince bir sır...

Şimdi râbitnin hakikatini anlatayim size... Ashâpta bütün râbita Allah Resűlünedir. Râbita o kadar yerleşmişti ki, Hazret-i Ebubekir, hususî hallerinde, yani en zarurî hacet hallerinde bile râbitadan kurtulamadigindan şikayet ettiginde, Allah Resűlünden aldigi cevap tebessümdü.

Tebessüm ve şu söz:

“-Ne güzel.”

Bu da işin hakikatinin tam temsilcisi...

Râbıtaya itiraz felâkettir. Çünkü leblebi kafalılar zannederler ki, râbıta demek şeyhini mübalağa ile büyütmek, gaye zanetmek! Asla... O şeyhinin kılığından İlâhi huzura doğru çıkmak için bir bilet almaktan başka bir şey değil...

Sırası gelmişken kaydedelim. Günün ucuz, gayet ucuz, bayağı ve ahmak inkâr modası içinde bir de formül vardır:

“-Allah’la kul arasına girilir mi?”

Cevap vereyim; siz de söyleyenlere aynı karşılığı verin...

Bana bunu söyleyen profesöre şöyle dedim:

“-Yahu, sen Üsküdar’a gitmek için bile vasıtaya muhtaçsın!.. Bütün beşerî vasıtaları elinden alsam, sen, acaba potin mi giyebilirsin, sigara mı içebilirsin, yemek mi yiyebirlirsin?.. İlâhî huzura gitmek için vasıtasızlık ne demek? Elbette vasıtaya ihtiyaç var... Elbette Allah’la kul arasın girilemez! Fakat, Allah’la kul arasında münasebet kademeleri mevcut... Yoksa ey ahmak, Allah’la kul arasına hiç kimse giremez!..”

Girmek mümkün mi ki girilsin!.. Bakın nasıl ucuz bir mantıkla işi ele alıp, nsaıl hissettiriyorlar basitliklerini... Bunlar inkâr felsefesinin galiz taraflarıdır. İğrenç... Bu iğrençlikleri alt ederseniz, imanınız yam teşekkül eder.

Râbıta hâşâ, Allah’la kul arasına girmek değil... Hâşâ... Eğer bütün olarak, tüm olarak vasıtaya ihtiyaç olmasaydı, bir tane nebî ve resûl gelmezdi.

Üzerinde fazla duracak değiliz. Vecdimizi konuşturuyoruz. İnkâra cevap vermekle mükellef değiliz şu an...

Ve râbıta, bu kirliyi temiz hale getire getire makamına tesliminin rejimidir. Baş rejimidir, ana rejimidir.

Velî demiş ki:

“-Siz işkembelerden yapilma çorbalari içiyorsunuz da, biz, kirli nefsi temizlemekten âciz mi görüyorsunuz?..”

Yani, onun temizlenmesini mümkün görüyorsunuz da, bir nefsin temizlenmesini neden kabűl etmiyorsunuz?.. Ne güzel... Râbıta, o huzura uygun kisveyle çıkmaktadır!

Râbıtanın tesirini anlatayım... Kendimi katiyyen misal olarak vermek istemiyorum. Fakat bu tesiri tam ifade için anlatmaya mecburum. Ve hiç de, kolay kolay tesir altında kalan bir insan olmadığımı bildiğim halde...

Bir namazda, Efendi hazretleriyle beraber bulunduğumuz bir akşam, selâm vereceğim zaman dehşetler içinde ellerimin onun eli olduğunu gördüm. Sonra baktım ki, ellerim yine yerli yerinde... Buradaki sırra dikkat edin! Bu benim için bir makam, bir fazilet değil... Onun kuvveti, onun tesiri...

Şimdi son hüküm: Râbitasiz zikir erdirici degildir. Fakat zikirsiz râbita erdiricidir. O kadar kuvvetlidir râbita... insani alir, götürür, yerine..

Hep o daha önce bahsettiğim nur meselesi...

Belki çok mahrem bir nokta ama bunu da anlatmadan geçemeyeçeğim:

Bir gün, yine Efendi Hazretleri’nin huzurundaydık. Eyüp’te... Akşam namazı kılındı. Yemeğe indik, çıktık. Oturuyoruz ve konuşuyoruz. Yanında müritleri... Ben onların en hakiriyim ama bana bir lutufkârlığı var... O susuyor, ben konuşuyorum. Mütemadiyen... Diğerleri memnun... Çünkü O’nu ben konuşturuyorum.

Lâf arasında daldım ve içimden aynen şöyle düşündüm, -keramet bahsiyle alâkalıdır bu dikkat edin- dedim ki, “biz ne sefil insanlarız! Geliyoruz buraya, iki-üç saat geçiriyoruz. Temizleniyoruz. Deminki işkembe misalinde olduğu gibi pamuk haline geliyoruz. Bir kokuşmuş işkembe iken... çıkıyoruz, yine atılıyoruz çirkefimizin havuzuna!.. Ne utanmaz adamlarız biz!..”

İçimden düşünüyorum bunları... O susuyor.

Evet; dedim ki, “böyle olmaz bu iş... Bizde bu hassasiyet ve hâlisiyet yok... Bize bir tasarruf lâzim... Bizi oldugumuz yerden alsin, oturtsun hakikate!.. Başka türlü olmaz bu iş!..”

Ve birdenbire müthiş bir his... Efendi Hazretlerinde gördügüm kerametlerin en büyügü bu, anlayana... Bir şey oluyorum, ama ne?.. Bir maddî agri duymaya başliyorum. Ama neremde? Onu da bilmiyorum. Bu agriyle birlikte tatli da bir his içindeyim. Fakat nasil?.. Anlamiyorum. Ve herkes susuyor.

Şöyle bir bakindim kendime... Dogru, agri kalbimde... Kalbim lâstik olmuş, çekiyorlar sanki... Evet, kalbim çekiliyor. Bu nasil bir aci?.. Hayali bile imkânsiz... Ve nasil bir lezzet?.. Onu da tarife imkân yok...

Derin bir sessizlik içinde oluyor bunların hepsi... Ve Efendi Hazretleri bana bakıyor. Tam bağıracağım anda birden hissediyorum meseleyi: “Sen mi tasarruf istiyorsun?.. senin ona takatin var mı?..”

Ve derhal sığınıyorum ruhaniyetine... Kalbim yerine geliyor.

Bunları bir yerde söyleyecek olursak inanmıyanlar arasında, bütün bu anlattıklarımıza hokkabazlık göziyle bakanlar bulunabilir. Bunlar, hayatından, yani bu işin çok çilesini çekmiş adamın hayatından yapraklardır size...

Sonra, müridde, intisptan ve doğru yola gitmekten başka, bir takım tecelliler başlar. Bunlara “makam diyoruz. Daha ileri dereceleri var... Biz basitlerini alalım...

Kabz (sıkıntı,daralma) ve bast (ferahlık)... Sahv (uyanıklık) ve sekr (manevî sarhoşluk)... Gıybet (kaybolma) ve huzur...

Makamlar hiçbiriyle teselli bulunulmayacak, sürekli olarak insanı renkten renge sokan İlahî imtahanlar ve çitlerdir. Aşılır. Bu makamlardan kabz ve bast hali... Sıkıntı, sıkışma ve daralma halinde bir tecelli... Bazen de sebepsiz bir açılma, ferahlık ve neşe... Tabîi tam tersi olarak delilerin neşesi gibi bir hal... Bunlar müritte en tehlikeli hallerdir. Bunlar hep köprüler...

Nihayet râbıtaya bağlı olarak iş, gider gider, bir “kendinden geçiş”e varır. İşte akla ait hissenin en mühim noktası... Buna “Gıybet ve Huzur” diyoruz...

Yani, bu gidiş nereye kadardir, bilir misiniz? Râbita edenin, râbita ettigi şuurunu kaybedecegi ana kadar... Tam bir giybet, tam kendinden geçiş başladi mi, râbitanin terkedilmesi lazimdir. Çünkü o zaman gayeye degil, vasitaya hürmet edilmiş olur. Gaye tahakkuk edince vasita birakilir. O giybet ki, hiçbir şeyi bilmemektedir. O,öyle bir cehildir ki, bütün ilimlerin kendisi... Çünkü ilimde ilim şuuru olduktan sonra o zaten ilim degildir. Bunu da anlatmiştir Bati felsefesi...

Bir de bu gıybet ve huzur halinin, bazen insana verdiği manevî sarhoşluk mânasına, bir “sekr” hali vardır ki, onun ne kadar yaman bir hal olduğunu ve nice adamları uçuruma yuvarladığını biraz sonra göreceksiniz. Başta, bildiğimiz birkaç meşhur isim olmak üzere... Fakat bu gıybet hali o kadar makbul bir hal ki, tasavvufta adeta bunu bütün cihana teşmil ediyorlar. Elimizde Şeriatin müsaadesi olmasa, mutasavvıfın ve büyük ermişin kanaatince kendinde olmak küfürdür. Ama şer’an böyle bir şey yok...

İşte tasavvuf ehlinin kaidesi: “Bâhûdî küfr. Bîhûdî iman est.”

“Bâhûdî”, aklı başında olmak demektir. “Bîhûdî” de akılsız kalmak... Bu şer’i bir mükellefiyet değildir! Aklın hissesi vardır ve o hisse mahfuzdur. Biz de o hisse üzerine konuşuyoruz zaten... Akla hisse veren ve kendi sırrını asla vermeyen büyük dâva üzerindeyiz.

Şimdi, bütün bu hallerin içinde, “muhazara -hazir-lama”,”mükâşefe -keşfetme”, “müşahade -görme”, “keramet”, “marifet”... Kerametin kademeleri bunlar... Üzerinde fazla derinleşmeyelim...

Ve Kerameti alalım ele... Keramet...

İşte, halkın gidip de tamamen şeriat harici mumlar yaktığı, çaputlar bağladığı türbelerde yatan veya yattıkları zannolunan insanların halk tarafından iltifat gören halleri buradan gelir!

Keramaet haldir. Ve bir İlahî ikramdır. Ama türbelerde, bütün bu yapılanlar nedir?..

Demek ki, ruhun, -nefs ve ruh bahsinde gördünüz, öyle bir üslûp içindeyiz ki, bir meseleyi öbür meseleye irca ederek anlıyabilirsiniz- nefsin dizginlenmesi veya kahredilmesi yoluyle kalb hakikatinde kazandığı bir takım kıymetler, insanda, “harikulâde” dediğimiz alelâdeliğin üstündeki oluşlara zemin hazırlıyor... Fakat bunun her zaman hak olması lâzım değil...

Şimdi anliyacaksiniz farki...

Şah-i Nakşibent Hazretleri’ne derler ki:

“-Sizden niçin çok keramet sadır olmuyor?”

Yani, “ne kadar az keramet bu böyle!..”

O ki, kerametler sarayının sultanı!..

Cevap verir:

“-Bu halimize rağmen ayakta durabilmekten büyük keramet mi olur?..”

keramet bahsi en ince bahis... Kerameti benzerleriyle -katiyen asliyle değil- Hind fakiri de gösterir. Hatta bir papaz da... Bunlara karşı cevabınız hemen hazır olmalı... Kelimesi de hazırdır zaten; “İstidraç”... Yani Hind fakirlerinin, papazların ve sahte şeyhlerin gösterdiği sahte keramet...

keramet aslında şer’i mânasiyle “ruhun saffet bulduğu zaman kazandığı iktidardır.” Allah tarafından... Keramet budur. Ve her velînin kerameti mensup olduğu nebîni mucizesine dahildir. Kendi yoktur ortada...

Şimdi şunu söyliyelim:Hazret-i Isa, müslümanin Hazret-i Isa’sidir! Bütün hakikati ve apaçik hakki ile... Onlarinki ise onun tahrif edilmiş hayalî figürü...

Ama bir hıristiyan şöyle sorar:

“-Niçin bizim Peygamberimizde bu kadar keramet var da sizinkinde yok?..”

Biz de deriz ki;

“-Sizin bahsettiğiniz Peygamber münezzehdir. Hak reûldür, onun hakikatini yine biz biliriz, siz değil... Hakiki mânada İsevîlik için, sadece Hazret-i İsa’yı tanımak mânasında İsvîlik için müslüman olmak lazımdır! Hıristıyan olmak değil... Ama sizin hayalen kondurduğunuz kerametlerin hepsi Allah Resûlünün velî lerinde bile vardır!”

İşte:

Şah-i Nakşibend Hazretleri bir ovada atla gitmektedir. Mürid ile beraber... Bir köye gidecekler... Ova dümdüz oldugu için fersahlarca ötede bir köy görülmektedir. Böyle dümdüz bir ova... Çarşaf gibi... Herbir şey söylemeyen mürid başi önünde mürşidine teslim olmuş bir vaziyette... Bir müddet geçer. Ve bakar ki, mürid, güneş batmak üzere.. Ve köye varmak için daha hayli mesafe var... Sabaha karşi mi varacaklar, gece yarisi mi? Gerçi, onda fazla korkunun yeri yoktur. O terbiyeye maliktir ama, yine de bir korku sarar içini... Mürşide yapişir ve susar... Giderler, giderler, giderler... Ve bir ân gelir ki, bakar, güneş batmiyor. Dehşetler içinde kalir mürid... Evet güneş batmiyor. Ve köye girdikleri zaman güneş, bir tiyatro dekorunun elektrik lâmbasindan yapilmiş sahte güneşi gibi birdenbire yoktur. Cereyani kesilmiş gibi yok...

Buraya kadar olan hiçbir şey degildir. Buradan sonrasi ise harika... Şah-i Nakşibend döner müride ve şöyle hitap eder:

“-Bunlar tarikatın oyunlarıdır! Gaye bu değil!..”

İşte bu lâftır keramat!.. Bunlar tarikatın oyunlarıdır ve gaye bu değildir.

Ve:

“-Bizim bu halimizle ayakta olmamızdan büyük keramet mi olur?”

Diyen bu Şah-i Nakşibend’dir.

Ahlâk faslında da bahsettiğim gibi, Allah’ın lûtfuyle vâsıl olduğu azamete rağmen, bir köpeğin ayağını bastığı yerdeki su birikintisine yanağını koyup:

“-Ben bu sudan da daha adiyim!”

Buyuran da işte bu Şah-i Nakşibend...

Ve bu büyükler için en büyük edep, bu hale geldikten sonra, sımsıkı şeriate yapışmaktır.

Şeriate aykiri söz söyledigi zannedilen Bayazid-i Bestamî Hazretler’inin namazda, şeriatin azametinden kaburga kemiklerinin çatirdadigi duyulurmuş...

Velînin biri zikir halinde köşesinde oturuyor. Kapisi vuruluyor... Bir kadin... Türkistanli bir sultan haremi... Yaninda küçük bir çocuk... Gözleri kör... Elinden tutmuş içeri giriyor.

Velî başini kaldiriyor:

“-Bu nedir?”

“-Gözleri kör, açmanız için getirdim!..”

Ona o kadar acı geliyor ki bu söz, şöyle karşılık veriyor:

“-Ben İsa’yı mücerret miyim ki, körlerin gözünü açayım?..”

Ve infialle kalkarken yerinden bir ses duyuyor:

“-O muydu, o muydu açan?.. Bizdik biz!”

Hemen dönüyor velî... Parmaklarını basıyor çocuğun gözlerine ve gözler açılıyor.

Bunlar, üzerinde inanmanın mantığı olan şeyler değildir.

İşte, Allah Resûlünün en büyük sözlerinden - hepsi birbirinden büyük- biri...

Kıyamet günü insanların başka bir türlü veya burun üstü yürüyeceklerini söyledikleri zaman, ashaptan biri der ki:

“-Ya Allah’ın Reûlü, insanlar böyle burun üstü nasıl yürür?..”

Allah!ın Resûlü cevap verir:

“-Yeryüzünde seni iki ayakla yürüten, orda da öyle yürütür!..”

Bu anlayan için ne büyük sözdür?.. Siz bu olurları, olmazları dinlerken beni nasıl görebildiğinizin olurunu anlatsanıza bana?.. Veya bütün bu söylediklerimi nasıl duyabildiğinizi?..

Ama insanlar, bir açıklık halinde bazı fakültelerine, melekelerine alışa alışa, onları, sanki tapulu mallarıymış gibi görürler ve herşeyi onlara göre olur zannederlerç bir şey onların üstüne çıkınca da, hemen “olamaz!” derler. Onun için, bu olur zannettiklerimizdeki olmazı gören, olmaz zannettiklerimizdeki oluru da görür. Elverir ki, kafasını buraya kadar inceltebilmiş olsun...

Neticede iş dönüyor, büyük rejimin büyük zevati ininde, en büyük keramet, sahte yoldan de benzerini göstermek kolay bir fiil oldugu için, bir yerde toplaniyor: Setr-i keramet... Yani kerameti kapamak, örtmek... Evet; en büyük keramet budur!..

Ben size lâf arasında “Efendi Hazretleri” diye, bazılarınızın ismini de bildiği bir büyük zattan bahsediyorum. Elini öpmeye nail olduğum büyük zâttan... Ben bu zata, Avrupa kültürü namına ne varsa, hepsini ceplerime doldurmuş olarak gittim.

Bana bu konuda bir doktorun bir sözü vardır. Burada şahsıma ait bir methiye payı çıkarsa onu dikkate almayın ve sözün neticesine bakın.

Dedi ki:

“-Senin gibi bir adamı bu hale getirdikten sonra şüphe kalmıyor kerametine...”

Düşündüm: Ben neyim?.. Ama lâfin neticesi dogru... Şüphe yok beni bu hale getirdigine...

Bu büyük zata dikkat ettim daima... Ve kerametin ne demek olduğunu onda gördüm.

Çok çabuk aldanırlar bizde... Hele öyle sahtekârı var ki, bu için... Ve bu iş o kadar incedir ki, ne sakalla biter ne duruşla, ne tavırla, ne edâ ile... Elinize şeriatin terazisini alın hemen... Halledersiniz sahtesiyle hakikisini...

Şimdi, bakin büyük dâva ve incelik nerede?.. Daha önce söylemiştim. Lüzumsuz sualin mânsiz cevabini vermemek... Ömrümde böyle bir insan görmedim. Hiç telâşi yok... Ne kadar icap ederse o kadar veriyor cevabini... Bir insan gördüm ki, karşimda, göz lâzimdi görebilmek için... Bir insan gördüm ki, hayatimda, bir ân bile Ilahî huzuru kaybetmedigi bir bakişta belli Bir ân bile görülemeyen, bir nebatî işle meşgűl oldugu... Çay geliyor, digerleri gibi içiyor. “Ben çay içmem,” demiyor. Aksi, zaten velîlik degil deliliktir. O herkes gibi... En basit insan gibi... Fakat, yerken, içerken, sizinle konuşurken, cevabini verirken daima, gözleri ufuklarin ufkunda bir yere bakiyor. Orayi görüyor ve emrini oradan aliyor. Fakat sizinle de görüşürken, kendini tamamiyle size verebiliyor. Işte bütün incelik... Velî budur ve keramet tavrina benzer bir şeyin dişariya sizinti verdigini görmedim!... Fakat nicelerini gördüm.

Keramet bahsindeyken hemen söyleyeyim: Kerameti velî ancak İlahî emirle izhar eder... Yahut elinde olmadan... İhtiyarî keramet yoktur!...”Gel şunu şöyle yapayım...” Yok böyle şey... Bunlar kat’i kaideler ve şer’i...

Ve nihayet, ben size, keramet taslayanlara tasavvufun nefretine ait âbide çapında bir ölçü vereyim: Bir velînin -ki velî olmaz- kerametini izhar etmesi, yani saklı saklı keramet sahibiyim demeye getirmesi, veya ilân etmesi, bir kadının hayz zamanı kanlı donuyla kendisini çatıdan elâleme seyrettirmesi kadar hayâ dışıdır!... Bu işden o kadar utanır velî

Bu da sahtelerini ve hakikilerini ayırmak için... Ve neler gördük neler?.. Gûya murakabeye dalar, kalkar. Gaipten haber verir. Daha neler neler?..

Bunların hepsi küfre kadar gider.

Şimdi, bütün bu hikâye ediş şeklimiz, anlatiş siramiz içinde, ahlâktan, müride ait vasiflardan ve onun rejimine ait hadiselerden sonra sermayemiz olan aşka giriyoruz.

Aşk... Her şey, her şey, orada başliyor ve orada bitiyor... AŞK... Hemen hemen, şimdiye kadar söylediklerimizin hepsini geri alabilir, teyplerden silebiliriz. Bu mesele ne kafanin, ne aklin, ne kelimenin gitmeyecegi yedir. Bu Allah’in kemendidir. Atar, yakalar. Yakar, kül eder ve her şeyi halleder. Ne şu, ne bu... Bu saadetlerin saadeti mânasina belâlarin belâsidir.

Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin “Satranc-ı Urefa” (ariflerin satrancı) isimli tablosundan daha önce bahsettim. Orada, ortaya kadar kötü ahlâk vardır, sonra iyi ahlâk... Şimdi yeri geldi... “Aşk” diye dört köşe var “Satranc-ı Urefa”da.. Bir kare... Oradan çıkan bir ok doğru ”visale”e atar insanı... İnsan hiçbir yere uğramadan dümdüz İlahî visale varır. Öbür türlü ise, bazı engellerden geçmeye, bir çeşit (kariyer) yapmaya ve bazı baremleri doldurmaya mecbur... Aşk dâvaların dâvası... Onu da birkaç menkıbe ile anlatalım ki, tam istidadı olanın gönlüne bir yıldırım düşsün...

İbn-i Semnun Hazretleri mescitte bir konuşma esnasında aşktan bahsediyor. Evvelâ konuşanı biraz kafamızda canlandıralım. Yüzüne baktığımız zaman nurun kaynadığını gördüğümüz büyük zât... Evet, büyük zahir ve bâtın ilimlerinin sahibi aşktan söz ediyor... Gözleri öteleri gören adam... O anda bir küçücük kuş beliriyor ve gagasını vuruyor eline İbn-i Semnun’un... Ve kuş gagasından sızan incecik bir kanla, orada ölüp kalıyor.

O zaman İbn-i Semnun diyor ki, halka:

“-Aşka ait kelimelerin cemata , nebata ve hayvana tesiri vardir da gafil insana yok!...”

Anlattım, insan düşünce ne kadar düşer, çıkınca ne kadar çıkar?..

Yine aşka ait bir menkibe... Ve yine bir tarikat farikasi meydana çikacak bu vesileyle...

Efendi Hazretlerine yakınlığımdan bir süre sonra, bir gün, Beylerbeyi’inden İstanbul’a inerken, vapurda Remzi Efendi isimli bir Mevlevî Şeyhi gördüm. Bu oldukça eski bir hatıra... Sağ veya vefat etti, bilmiyorum. Bana alaka gösterdi, böyle bir büyük zata bağlılığım yüzünden...

Ve bana onunla arasında geçmiş bir olayı anlattı:

Remzi Efendi vaktiyle İstanbul’daki ilk İlâhiyat Fakültesi tasavvuf müderrisi imiş... Tasavvuf imtihanında mümeyyiz olarak bizim Efendi Hazretlerini rica etmişler... O da teşrif etmiş... İmtihan heyeti oturuyor. Remzi Efendi esas hoca, sağında Efendi Hazretleri...

Bir talebe gelmiş... Sorulan soru şu:

“-Tarikatlar arasında farikalar nelerdir?”

Talebe cevap vermiş:

“- Efendim; harikulâdelik izharında Kadirîler, Rufâiler, aşk ve muhabbette Mevlevîler, zühd ve takvâda Nakşîler...”

Ve hemen ilâve edeyim ki, Efendi Hazretleri Nakşîdir. Soran da Mevlevî... Belli ki, talebenin bu cevabinda biraz da hocasinin hoşuna gitme gayreti var...

Bunun üzerine müderris Remzi Efendi derhal şu suali sormuş:

“-Sen birinden birini tercih mevkiinde olsaydın, hangisini tercih ederdin?”

Talebe gayet güzel bir cevap vermiş:

“-Efendim, aşk ve muhabbete herşey dahildir.”

Ve bizim Efendi Hazretleri’nin duduağı kıpırdamış:

“-Aferin oğlum!..”

Bitmiş imtihan, çikmişlar. Efendi Hazretlerini arabaya dogru götürürken o Mevlevî şeyhi, -anlayin işi, hemen müşkülünü halledecek- demiş ki:

“-Efendim; ben Mevlevîyim, çocuk benim hoşuma gitsin diye aşk ve muhabbetten söz etti. Siz de aferin diye mukabelede bulundunuz. Nakşî oldugunuz halde... Bundaki hikmet nedir?..”

Kendi anlatıyor, Efendi Hazretleri değil...

Büyük zattan şu cevabi almiş:

“-Çocuğun görüşü doğrudur! Aşk ve muhabbete her şey dahildir! Ama Nakşîlerin zühd ve takvâsı o aşkı peçelemek içindir! Çocuk o kadar derine gidemezdi. Ben bunun için aferin dedim!”

Ve Remzi Efendi erimiş bu cevap önünde... Yani Mevlevîlerin aşk iddiasinin çok çiplak kaldigini anlamiş...

Aşk, o büyük dâvadir ki, insani muvazenesizlige kadar götürdügü için, gayet büyük ve muazzam , kul takatinin üstünde bir disipline ihtiyaç vardir. Işte o da, zühd ve takvâ, yani şeriattir! Ona böyle bir boş kutu gibi bakanla, onun tam dolu halini gören arasindaki farki sezmeye davet ederim sizi...

Şu dönen göklere insanlar, gözlerine ilim gözlügü takmiş bakiyorlar. Ve konuşuyorlar:

“-Bütün bunlar madde... Enerji ise maddedeki hareketin ruhu, şu, bu...”

Ve akıl daralıyor, akıl açılıyor, akıl yapamıyor, akıl yapıyor.

Neticede bütün varlıklar âlemi, İlâhî aşk içinde çırpınıyor ve kendi cinsine göre o aşkın bir hissesiyle kendinde hareket kudretini buluyor.

Aşk budur! Aşk her şeydir! Yalniz, aşkin böyle (antitez)leri, zid kutuplari ve sahte benzerleri arasindaki incecik çizgiyi görebilmek, dâvalarin dâvasi...

Aşktan daha fazla bahsedemeyiz. Çünkü insani yildirim gibi vurur. Ve o üç-beş kişilik sohbetlerin mevzuudur. Böyle kalabaliklarin degil...

Ondan bendeki mevcut da bu kadar zaten...

Şimdi büyük dâvaya dogru geliyoruz. Bundan sonra, tasavvuftan, akla düşen son pay olarak vahdet-i vücut meselesi geliyor. Bu meseleyi ilmî ve terkibî, tam izaha çalişacagiz. Üzerinde çok da uzun durmadan...

Bu vahdet-i vücut dâvasının bir ucu küfürdür, öbür ucu ise, imanın ta kendisi... Böyle bir belâlı nesnedir bu vahdet-i vücut meselesi...

Vahdet-, vücudun, evvelâ , tam ilmî bir tasnif halinde üç merhalesi vardır. Kat’i...

Biri Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ne gelinceye kadar, bütün evliyanın hali... Hatta enbiyanın hali... Fakat burada şuura dökülmemiş hal olarak, zevken idrak olarak bir vahdet-i vücut vardır. O haktır ve açıktır.

Sonra, Muhiddin-i Arabî tarafından şuura dökülecek kadar ileri gidilmiş cesaret olarak, bir vahdet-i vücut ifadesi mevcuttur. Ve onun yanlış anlayışından münezzehtir Muhiddin-i Arabî...

Bir de “İkinci bin”in yenileyicisi, ümmetin en büyüğü İmam-ı Rabbanî Hazretleri tarafından yerli yerine oturtulmuş, tashih edilmiş ve mühürlenmiş bir vahdet-i vücut...

Şimdi, birinci merhale: Birnci merhale bir zevken idrak merhalesidir. Zevken idrak... Anlamadan anlamak, hesaplamadan sezmek, sirlardan koku almak... Bu merhalede Allah’in lizatihi- bizatihi tecellisi dâvasi vardir. Zati ile zatina tecelli etmesi dâvasi... Lizatihi- bizatihi... Hemen onun ilerisinde, râbitalardan, zikirlerden sonra zevken varilan bir hakikat bulunmaktadir:”La mevcude illallah”

Şimdi, bu vahdet-i vücutta ne kadar derinleşsek o kadar gidebiliriz. Eşyaya var olma tâkâtini vermemek... Bu apaçiktir. Kim var olabilir?.. Onun var ettigi ayri... Varligin özüne, iç yüzüne kim mâlik olabilir?.. Eşyanin her zerresinde her noktasinda Ilahî nakşi görmek... Ve varligin eşyaya ondan geldigini sezmek... Eşyayai helâkte görmek... Var olani Allah’ta görmek...

Benim cüz’i iradem ve her şeyim var, ama netice?.. Bu o kadar hassas bir nokta ki... Konferansa başlarken tasavvufa ait bir dag misali vermiştim. Asfaltin çimenle beraber takipettigi dag... Hayalin çikamayacagi dag... Işte odur bu nokta...”La mevcude Ilallah”... Ve Allah’in lizatihi- bizatihi tecellisi... Kendisi ile kendisine tecellisi...

Zaten Allah buyuruyor:

“Ben bir kenz-i mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.”

Şimdi eski anahtarlari görüp onlari daha iyi anliyoruz. Bu hazla ve zevkle ele geçen bir vahdet-i vücut idrakidir. Bu idrak, Mutlak vücudu onda görür. Onun dişindaki her şeyi ise helâkte... Fakat yine her nesneye Allahin yarattigi diye bakar. Bu şeriattir! Mutlaka bunun böyle olmasi lazimdir! O şeye, hâşâ, Allah diye bakmaz!

Eyvah, bakın bütün nispetler nasıl inceliyor, inceliyor, incecik bir yola giriyor ve o yoldan insan değil kıl geçemiyor!... İşte, idrak için bu kadar sıkıntılı bir nokta...

Kur’ânda her şeyin Allahin veçhinde helâk halinde olduguna dair bir âyet var... Daha önce bahsettigim o büyük manevî buhran günlerimde, Beyzavî tefsirinde bu âyeti gördügüm zaman yerimden firladim ve kendimi sokaklara attim. Her şeyde onu görür gibiyim. Ilahî çehreyi... Başka hiçbir şey yok... Ne bastigim yer, ne içtigim su, ne şu, ne bu... Lâfta anlatilamaz... Bu âyetin büyüklügünün altinda ezildim!

Bütün bu duygu içinde bu hayat, her şeyin gittigi, kemmiyetler halinde kaldigi, dalgalarla deniz münasebeti gibi, dalgalarin durulup kayboluverdigi fakat denizin daima kaldigi gibi, bir iplikteki halka gibi -çekince halka yok- bir nakiş... Ve olan sadece O...

İşte hak olan vahdet-i vücut... Ve görülen O`nun mahlukları...

Şimdi,işi basite irca ederek daima söylüyorum ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri`nin ``vahdet-i vücut``u şuura yükledigi yük bakimindan çekilir gibi degildir!.. Bir büyük velî oldugu için ona en büyük hürmet içindebunu ifade etmeliyim. Muhiddin-i Arabî`ye göre eşyanin gölgesi bile yoktur.

Yine biraz geriye gideyim... Vahdet-i vücudun ilk haline...

Mansur asılacağı zaman Cüneyt ona der ki:

``-Hak benim deme,sen gölgeye aldanıyorsun!

Onu Hak zannediyorsun!..Zatı gölge ile karıştırıyorsun!..``

İşte tasavvufun ilk devresindeki vahdet-i vücut anlayışı budur!Gölge ve zat...

Ve Muhiddin-i Arabîye gelince iş, bu büyük zat ``eşyanin gölgesi bile yoktur!``der. Yani eşya okadar yoktur. O haldeböyle bir ``yok``içinde insanin kendisini bulabilmesi imkâni da yoktur!..

Bir büyük boşluktayiz.Evet; bakin bu velînin ince noktasina: Eşyanin gölgesi bile yoktur ve o gölgeden bizde kalan son mâna, son his ``Allah``tir!

Eyvah!.. Bu geçitten geçmenin imkânı hemen hemen muhaldir.Yani eserle müessir birleşir gibidir.

Bunun Batı (panteizm)iyle hiçbir münasebeti yok yine...Batı(panteizm)i tabiatta görür - hâşâ - Allahı... Ve tabiatı putlaştırır sadece... Burada böyle değil... Burada tabiat görülmüyor. Sakın küfre götürmeyin!.. Çünkü Muhiddin-i Arabî Hazretlerine küfür isnadı küfürdür!

Bir mümini bir mümine küfür isnadı,o mümin gerçek müminse isnad edene döner. Zamanında, büyük zahir ehli ibnteymîye böyle bir isnatta bulunmuştur Muhiddin-i Arabî`ye... Bunu asla kabûl etmez Bâtın ehli... Ve Muhiddin-i Arabîyi anlamayanların hepsi maalesef dalâlettedir.

Bizde Fusus Şerhi vardir;Bosnavî Şerhi... Baştan aşagi anlayişsizlik... Maarif bakanliginin klâsiklerindede mevcut... Hapishanede okumuştum. Hayretler içinde kaldim. Çünkü ben Muhiddin-i Arabî`yi yakindan takip ettim. Muhiddin-i Arabînin eşyayi yok görüşünde, gölgesinde bile kabul etmeyişinde, o kabűl etmeyişten sonra kalan bir hisse mevcuttur ki, onada zat ile mahlűk denemez. Çünkü mahlűku görmez ve insanda, onlar bir araya gelir vehmi dogar. Bu hiçbir makasin kesemeycegi bir hadisedir. Bunun diş şuur aynalarina yansimasindaki tehlikeyi, ``ikinci bin``in yenileyicisi olan büyük zat Imam-i Rabbanî halledecektir.

Evvelâ Muhiddin-i Arabî`nin şahsi üzerinde biraz duralim. Ona``Hatem-ül Evliya``denir. O hakikaten ilk kismin ``müteahhir- sonradan gelen``idir. Müteahhihirinden kabul olunur. O, bir tek lokmayi agzina almazdi ondan tesbih sesi duymadan... Evet; yedigimiz ekmekler de Allah`i zikreder. Ve onu ancak duyan duyar. Işte, böyle bir velî idi. Muhiddin-i Arabî Hazretleri... Riyaziye cehdini o hale getirmişti ki, -burasi inanilmayacak bir şey gibidir, artik kafa almaz- bir formülü var: Onun buna çarpimi, bunun şuna bölünmesi, nispetler, nispetler... Ve eşit Hazret-i âdem`den son ferde kadar insan adedi...

Muhiddin-i Arabî`ye dönüyorlar, diyorlar ki:

``-Bu da olur mu?..``

Şöyle karşilik veriyor:

``-Kızdırmayın, geleceklerin yüzlerini de resmederim!..``

Hemen ilave edeyim... Batılı, bir çok meselede insaf sahibidir. Dinini kaybetmiş olanların sefaleti önünde batılı çok insaflı kalır. Ve Muhiddin-i Arabî`yi defalarla, defalarla tercüme etmiştir. O nerede bir kıymet bulursa onu araştırmaktan çekinmez. İmam-ı Gazalî`nin de bir çok tercümesi vardır. Batılı deyip geçmeyin!.. Onu hem sıfır görelim hem ders alalım, insaf edelim.

Şimdi, Muhiddin-i Arabî hazretleri`nin kafa olarak gösterdigi tecrit cehdini dünyada gösterebilmiş bir başka adam hatirlamiyorum. Imam-i Rabbanî müstesna... Çünkü Imam-i Rabbanî`nin beyninin her atomu bir güneştir gözümde...

İşte böyle bir cehd... Cebir Arabın keşfidir demiştim. En büyük kıymetini Muhiddin-i Arabîyle kazanmıştır.Ve daha bir çok keşif... Beşyüzü geçkin eser...

Ruhaniyet âleminde Muhiddin-i Arabîye

Sorarlar:

``-Keşit ehli ne diyorsun? Vahdet-i vücutta israr mi ediyorsun?..

Cevap verir:

``-Ne dedimse odur!..``

Ve onun asla küfürle alâkası yoktur: O bir tecellidir ve anlaşılması muhale yakın bir müşküldür. Onu böyle alın ele!.. Muhiddin-i Arabî`nin izahçısı olmak ve vahdet-i vücutu akla anlatmak mümkün değildir!.. Akla beyan edilemez o...

Sizi en son noktaya getirdim...

``Eşya gölge olarak bile yoktur``un ve o``yok`` içinde Allh`i görüp ``O vardir``in hikmeti, ``O vardir, başkasi yoktur`` tarzinda bir vehme dönüyor ki bu vehmi akil ile hal mümkün degildir ve eser üzerinde derinleşmekden ibaret bu bahsin inceliklerini akilla idrak, ancak Muhiddin-i Arabî çapinda velîlerin işidir.

Muhiddin-i Arabînin tecritteki kıymetine bakın ki, buna Fransız tefekkürü bile hayrandır.

Bir hadis:

``-Ez`zıddan Lâ yeçtemian...``

Yani, zıtlar bir araya gelemez, toplanamaz.

Muhiddin-i Arabî zıtlar nazariyesini alıyor ele ve diyor ki:

``-Ama zıtlar, bu bir araya gelemeyiş içinde öyle bir beraberlik içindedirler ki, bir kere buluşsalar bir daha bırakmazlar birbirlerini...``

İşte Fransız tefekkürü buna hayrandır. Ve diz çöker bu tecrit önünde...

Hakikaten bu böyledir. Meselâ ters açı... Biri diğerinin tersi olduğu halde, katladınız mı aynı... Ve bu ayniyet içinde zıddiyet inkişaf ediyor.Müthiş hadise...

``Vahdet-i vücut`` dâvasında Muhiddin-i Arabî ile, kendisinden bir hayli zaman sonra gelen İkinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbanî arasında şu fark tespit edilebilir:

İlkinin, müessiri eserde, ikincinin ise hakikati doğrudan doğruya müessirde araması ve bu yollarda mesafe alması keyfiyeti...

Demek ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri müessirden ziyade eser üzerinde derinleşmiştir. Imam-i Rabbanî de dogrudan dogruya müessirde... Elbette ki, müessir eserin üstündedir. Cümleye dikkat ettiniz mi?..

Bu meselede Muhiddin-î Arabî`yi en küçük mikyasta yanlış anlamak ve anlatmaya kalkışmak küfre kadar gidebilirken aynı dâvanın dalâletten kurtarılması ve yenilenmesi yine velîler velîsi İmam-ı Rabbanî Hazretleri`ne ait kalıyor. Yoksa ``Şeyh-i Ekber`` ünvanlı Muhiddin-i Arabî Hazretlerine isnadı mümkün bir hata yoktur.

Tek, muradı anlaşılabilsin...

İşte bu hikaye bu kadar... Muhiddin-i Arabî`ye ait yanlış anlayışların hepsine birden çatarken, Muhiddin-î Arabî`ye tek bir ok değdirmemeye çalışmak ne zahmetli bir iş?..

Kâinatın en ince ve esrarlı meselesi olan ``Vahdet-i Vücut`` davası üzerinde, değil Yatsıdan Sabah namazına kadar sürecek bir konuşma, millî kütüphaneler dolusu kitaplar karalamak bile kıymet belirtmez.

Nihayet Hicrî 900 küsurda, yani 1000 senesine doğru, 1000 senesi de dahil, İmam-ı Rabbanî Hazretleri dünyayı nurlandırıyor. İmam-ı Rabbanî...Müceddid-i elf-i sânî... Ahmed-î Farukî-i Serhendî...

Bende bir huydur ve kimseye sirayeti şart değildir. Çok zordur bu noktada konuşmam... Çünkü ben İmam-ı Rabbanî'nin ismi çıkarken ağzımdan, titrerim. Öyle bir büyüktür. Ve bu ikinci 1000'in yenileyicisidir. Yüzyılın, asrın değil... İkinci 1000'in... İkinci 1000, içinde bulunduğumuz 1000...

Ya birinci 1000'in yenileyicisi kimdir?.. O, bütün zaman ve mekânın yenileyicisidir. Bu ikinci 1000 tâbidir. Metbu, yani kendisine tâbi olunan ise O'dur.

Evet; İmam-ı Rabbanî Hazretleri... "Müceddid-i elf-i sânî"... Yani "İkinci 1000'in Yenileyicisi"...Düşünün taşının, ünvanın heybetini!.. Hayatını bir eserde ayrıca yazıyorum. Burada uzun uzun durmayacağım. Yanlız bu büyük zat, şeriati, noktası noktasına bir daire halinde çevirdikten sonra, onu, hikmet, vecd, aşk ve keşif halkasına noktası noktasına mutabık, değişmez İlâhî kanun olarak anlayan ve ondan başka ölçü kabûl etmemenin tam hakikatini getiren büyük insandır.

Muhiddin-i Arabî Hazretleri'nin dâvası iki kelime ile şudur: "Eşya yoktur!" Doğrudur. Hiçbir şey aslı ile mevcut değildir. Tamam... Fakat onun bir gölge-vücudu vardır. Yani Muhiddin-i Arabî'nin ifadesine mukabil bir gölge-vücud... Ve o gölge-vücud "zat"dan gayrıdır. O değildir, ona tersdir. Evet; gayrdır ve o gayr "var"dır. Bu "var" noktasını tutamazsak işimiz zaten çok zordur.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri büyün vahdet-i vücudu zevken tasdik ettikten sonra onu eşyada bir şuhud vahdeti, delâletler vahdeti olarak ele alır. Esası" vahdet-i şuhud"a bağlar. "Vahdet-i şuhud"da budur ve eşyanın gölge-vücudunu kabûlden ibarettir. Yani gölge-vücud "var"dır.

Şimdi en büyük derinliğe geldik. Bakalım tahammül kabil mi?.. Bir adama sorsanız muhal farz dedikten sonra... Muhal farz... Bu dinde metottur. Muhal farz dedikten sonra insan her şeyi söyleyebilir korkmadan... Evet; deseniz ki, "muhal farz Allah olmasa ne olur?.. "Yokluk"der, değil mi?.. Peki yokluk olunca ne olur?.. Yokluk diye ayrı bir "var"a ihtiyaç olur. Demek ki, yokluk da bir mahlűk...

"Var mıyız, yok muyuz?"... Filozof (Dekart)ın "mademki düşünüyorum, o halde varım" sözü çilesi çekilmemeiş bir edadır.

Benim bir şiirim:

"Yok"bir "var"dır;

Geçit vermez,

Dar mı dardır!

"Yok" bir "yok"tur.

Akıl ermez,

Ne de çoktur!

"Var" bir "yok"tur.

Yusyuvarlak

Dönen oktur.

"Var" bir "var"dır;

O'na varmak...

Bu kadardır.

Tek tek izahı kâbil, eğer zevken anlatamıyorsam...

"Yokluk"da yokluğu düşünmek mümkün müdür?.. "Yok", unutmanın da hatırlamanın da olmadığı yer...Öyle bir yer ki, orada "yokluk"da yok... Maddeciler bununla bulur tesellisini...

Tam yeri geldi. Bir gün Nazım Hikmet'le konuşuyoruz.Uhrevî âlemden bahsederken bende "yokluk" korkusu olmaz Fakat, Moskava'nın bir marka, deri markası halinde onbeş dakikada bir talebe ihraç eden makinesinden mezun bu cevabı hatrımda:

"- Yokluk'da, yokluğu da duyamıyacak bir rahatlıkta olacağım.Yani varlığın ıstırabını çekemeyecek,var olmanın da, yok olmanın da şuuruna mâlik bulunmayacağım!"

Madde felsefesi yokluğu kendine göre tarif etmiş... İnsana bir teselli verecek hal... Gidiyoruz ya; mezar açık, "ölmeyeceğim" diyen kim var?.. Maddeci kafa konuyu halledecek, ona böyle bir yafta koyacak ki, biraz rahat ölmeye çalışsın!..

Şimdi meseleye gelelim İlâhî varlık ve İlâhî azamet, O varlık ki, "yokluk" da yok onun önünde... Yani "yokluk" bir mahlűktur; haberiniz olsun, demin de söylediğim gibi "adem" bir mahlűk...

İşte İmam-ı Rabbanî:

"-Adem (yokluk) bir mahluktur. Çünkü yok nasıl olur? Var olan yanlız O'dur. Ebediyen vardır. Ve yokluk kendi zatiyle yok..."

Bilmem, biraz zevken analtabildim mi?... Eğer, bu kafamdaki illetle sizi yivlere sokacak kadar devam edersem bu sıkışık yerde müthiş işkence naraları duyulur. Bu kadariyle kalalım. Bu aklın da yok oluğu yerdir!.. Ve şimdi bunun müthiş misalini koyacağım! Aslı ve hakiakati "Vahdet-i vücut"da...

"Zaman"a geldik. Şu belâlı mefhuma... Zaman nedir? Bizzat ben, çektiğim çile ile hakikaten cinnetin ilerisinde bir âlemi zaman vehmi içerisinde yaşadım.

Bir at giderken adımını attığı zaman, adımın atılması için gereken her vakfede (durak) zaman yok, her yeni vakfede ise var... Nedir bu?.. Gideni tutmak mümkün değil, geleni tutmak mümkün değil... Adeta zaman bir mızrağın ucundaymış gibi; bir uç noktaya basar her ân... Bu tutulmaz haliyle zaman beni çıldırtıyordu... Sonra ileride İmam-ı Gazalî'yi okuduğum zaman, onun da nasıl bu buhranı çektiğini hakikaten tahkiki olarak gördüm.

Şimdi tasavvuf ehli... Nasıl, Batılı bütün maddenin topoğrafyasını şahane bir şekilde çıkartmışsa, Doğulu, yani tasavvuf ehli de ruhun topoğrafyasını öyle bitirmiştir. Maddeye lâf mı kalır ondan sonra?..

Onlar zamanı, yağmur dindikten sonra oluktan inmeye başlayan damlalara benzetirler. Durduktan sonra... Bu hal yağmurun bitmesine yakın daha çabuk anlaşılır. Yavaş yavaş damlaların kopuntuları görünür. Ve yavaş yavaş damlalar üst üste inmeye başlar.

Netice: Zaman, bir varlık ve bir yokluğun üst üste gelmesi ve birbirini takip etmesi hadisesidir. Müthiş bir ân...

Hiç yorum yok: