13 Mayıs 2007 Pazar

Birinci Bölüm: BATI TEFEKKÜRÜ -1

Birinci Bölüm

BATI TEFEKKÜRÜ

Şimdiye kadar yaptığım konuşmalar, muhtelif ana fikir aynalarından cemiyetin gösterdiği kemal ve zeval tezahürlerinin kendi teşhislerimiz zaviyesinden parça parça aksettirilmesiydi. Ama bu defaki öyle değil... Bu defaki, dâvaların dâvası... Bu defaki, temelinden, topyekűn meselemiz... En çetin ve belki yükü kaldırılmaz dâva.. Onun için, Yunus’un dediği gibi «zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?» diye ifadelendirebileceğimiz bu dâvaya, dünyalar arası büyük murakabe göziyle bakabiliriz. Belki sahura kadar 3 gece sürecek olan bir konuşma... İşte sizi, sofranıza zehirle pişmiş bir kazan aş sunduğum takdimiyle, lezzetli iftarınızdan sonra, öyle bir acı iftara davet etmekteyim ki, fikir çilesini sevmeyenlerin dilini yakabilir ve yüzünü buruşturabilir. Büyük muhasebe işi bu, kolay değil...

Dâvamız, Ferhad’ın delmeye çalıştığı dağdan çok daha engelli ve mukavemetli... Onun, eğlendirici üslûplardan, (espri)lerden, birtakım renkli sözlerden ziyade, insanı boğacak kadar işkenceli bir tefekkür cehdine ihtiyacı var...

Evvelâ müzakere usulü olarak bu zorluğa katlanma şuurunu başa almak lâzım...

Bilirsiniz ki, renkli ve cicili bicili konuşmaları pek beceremez bir insan değilim... Ama bu defaki uzun konuşmamın, böyle, acı haplar üzerine sıvanmış çukulata zarflarına itibar gösterdiği yok... Kafamızı bir limon kabuğu gibi sıkıp son usaresine kadar almamızı emreden bir mevzuda aziz hakikatin çehresini, mümkün olduğu kadar (makiyaj) hokkabazlıklarından arındırarak görebilmek şart... Bu yüzdendir ki, konuşanın konuşabilmesi, dinleyenin de dinleyebilmesi için, dâvaya bu ilk giriş hazırlığını zarurî saymaktayım.

Dünyalar arası bu nefs murakabemiz, aynı zamanda bana, âciz şahsıma büyük kazanç getiriyor. Dâvaların dâvasını huzurunuzda mahrem olarak konuşup «nakş-ı ber’âb – su üzerine yazı» kabîlinden harcamamak için, tespiti gereken bir şema üzerinde çalışmış olmak... Konuşmamı kelimesi kelimesine satırlara aksettireceğim eserimin şemasına malik bulunmak...

Kelimeleri ilk defa kullanmaya başladığımız, yani düşünmeye koyulduğumuz çağdan beri hepimizin, belli veya belirsiz bir hasreti vardır. Bu hasreti çok defa isimlendirmek bile mümkün değildir. Şu veya bu sandığımız zaman da aldanmış olduğumuzu görürüz, inkisara uğrarız. İşte, şimdi ben kendimi bu türlü bir hasret içinde görüyorum. İstiyorum ki, bu konuşmam, bütün yazdıklarım, söylediklerim ve düşündüklerimin en üstünü olsun... Yan, ön ve arka, başka bir bahis açmaya ihtiyacım olmasın... Fakat ne mümkün!.. (Hamlet)in dediği gibi:

«- Kelimeler, kelimeler, kelimeler!..»

Ama bu girişle mevzuumuzun azametini biraz gösterebildimse mes’udum.

Saadetim, kitaplık çapta bir fikir cehdini omuzlamaktan geliyor. Evet, kitaplık çap...

Kitap, büyük mesele!.. Dikkat ederseniz Şarka, Şarkın aslî rengini veren ve kâinatın tek mümessili olan Allah Resűlüne, her şeyi anlarsınız. «İlmi kitapla kaydediniz, bağlayınız!» buyuruyor. Bu, Garbın (Rönesans)tan sonra vâsıl olduğu bir sistemdir. Orda hiçbir şey yokken bu hikmet İslâmda görülmüş... Buna dikkat etmek lâzım, insafla...

Sonraları Şark, ezbercilik âlemi olmuştur. Halbuki işin başında bu emir verilmiş... Hiçbir şey zayi olmayacak, kitapla kaydedilecek ve kitaplık çapta çalışılacak... Kitap mevzuunda memleketimizin ne halde olduğunu görmenizi isterim. Bunu bir cümle ile geçeyim; Profesörlerimiz kitapsızdır. Şairlerimiz kitapsızdır. Yahya Kemal’in yüzüne söylemiş ve onu kitaplık bir cehde davet etmiştim: «O nedir senin yaptığın? Radyum gibi miligram miligram tartılan keyfiyetin bile kemiyete istinadı şarttır!» Bu ona çok tesir etmişti; son zamanlarında bir hamaratlık gelmişti ona... «Hürriyet» gazetesinde, şiirleri çıktı. Ama yine kitaplık çapta değil... Ne yazık ki, bizde kitaplık çapta adam yoktur. Fransa’da bir lise mualliminin bile (orijinal) eseri vardır. Bugün Avrupa kültürüne örnek birçok adam vardır ki, ana eserlerini doktora tezleri olarak vermişlerdir

İşte böyle!.. Kitap, kitap, kitap!.. Ama evvelâ kitap, kitabın kitabı ve bütün kitap mefhumunun ruhu olan Allahın Kadîm Kitabından ders alarak kula düşen vazife, kitap hacminde çalışmak... Gerisi haylâzlık ve başıboşluk...

*

Evet, işte böyle, kitaplık bir cehd içinde dâvamızı ele almak üzere, Batı dünyasına geçmeden, şimdi, umumî olarak dış cephesiyle tasavvufu gösterebiliriz.Sonra Batıya geçecek, ondan sonra da tasavvufun ruhuna nüfuz etmeye, onun potasında erimeye çalışacağız.

Tasavvuf... İslâmî ruh ikliminin, su gibi, güneş gibi, ağaç gibi, ana unsuru... Belki de hepsi birden...

Tasavvuf mevzuunda dıştan ve satıh üstü beş türlü anlayış ve görüş tespit edebiliriz:

Birincisi bu işe akıl ermez bir keyfiyet, «evliyalık» diye bakanların basit anlayışı... Bu anlayış bir «merveyyö-fevkalâdelik» tespitinden ileriye geçemez ve hiçbir tarif ve izaha yaklaşamaz. Avam görüşü... Giderler; türbe kapılarına ve mezar parmaklıklarına çaput bağlarlar... Evliya bildikleri şahısların da önünde diz çökerler ve başka bir şey bilmezler... Halbuki bu hareketlerin çoğu Şeriat ölçüsüyle yasaktır. Bağlandığı şahsın harikalar yaptığını kabul eden, fakat bu mevzuda hiçbir şey bilmeyen kaba bir teslimiyet...

İkinci görüş, İslâmda yarı aydınların anlayışı... Bu zümre «Ledün İlmi – iç âlem bilgisi, İlâhi marifet» ve daha bir sürü yafta, klişe ve lûgat... Sadece içinden incisi düşmüş istiridye kabukları gibi kelimeler... Çilesi çekilmemiş ıstılahlar...

Üçüncü görüş, İslâmî ruha yanaşmayanların tavrı... Bunlar tasavvufun dine sonradan ekleme bir müessise olduğu ve akıllarınca Şeriatın haşîn ölçülerini yumuşatmak ve tadlandırmak için getirildiği iddiasındadırlar.

Dördüncü anlayış, Batı kültürüne birazcık ulaşmış nasipsiz tiplere göre... Tasavvufun, İskenderiyye mektebi (Neo – plâtonizm)den devşırme olduğu ve yine, kuru gördükleri İslâmiyete renk ve hava getirmek için benimsendiği hayali... Küfür görüşlerinin gûya daha kültürlüsü...

Beşincisi ise, din içinden tasavvufu red davranışı... İslâmiyet ve Şeriati gűya müdafaa... Tamamiyle şeytanî bir teselli içinde, tasavvufu şeriat dışı, hattâ şeriate aykırı kabul eden bunlar, «İbn-i Teymiyye» çırakları olarak tasavvufu anlamakta en nasipsiz zihin ve ruh haletini belirtirler... Onu kanun ve ölçü dışı bir «bid’at», yani uydurma yenilik sayarlar...

Korkunç bir hayal kuvveti olan bir ressamın çizdiği bir dağ resmi düşünün! Billûrdan bir dağ... Kat kat göğe doğru yükselmiş bu dağın etrafında nâmütenâhîye çıkan bir yol... Yol asfalttır. Yanında incecik bir çimen pist onu takip eder. Asfaltın bir yerde durur gibi olduğunu görürüz. Ondan sonra çimen pist devam eder. Dağın tepesinde muhteşem bir saray... İçinde göze görünmez mahlûkların meclis kurduğu bir saray... Bu sarayın kapısına yalnız çimen pist varıyor...

Tasavvufu böyle hayal edebiliriz. Şu var ki, bu çimen pist, geldiği asfaltın, yani ana caddenin bir kopuntusu değildir ve doğrudan doğruya ondan gelmektedir. Ondan, yani şeriatten... Bu çimen pist, başından beri ana caddeyi takip ederek gider. Ondan sonra, Şeriatın götürdüğü hiçbir noktada ondan ayrılmaksızın devam eder.

Bu çimen yol nereye gider, nasıl gider, hangi gayeye erer; işte dâvaların dâvası!..

Herşeyden evvel şeriat ve tasavvufu böyle anlamak lâzımdır. Şeriat o füze rampasıdır ki, o rampa marifetiyle ve onun âletleriyle fezaya fırlatılmadan sonsuzluğa ermenin çaresi mevcut değildir.

Tasavvufu tek başına dinin esası kabul edenler, tasavvufu dinin «mebna-temeli» bilenler, şeriatı reddedenlerdir. Küfürdür nasipleri bu adamların... Bu adamların yaptıkları hokkabazlıktır zaten... Sahte velîlerin çoğu bunlardandır. Şeriatın tezviç etmediği, kabul etmediği hiçbir kıymet makbul değil; ve ölçülendirmediği, kucaklamadığı hiçbir hakikat mevcut değildir. Tasavvufa dinin esası diyenler Şeriate karşı gizlice omuz çevirenlerdir ki, en büyük yanılma içindedirler.

Fakat «Şeriat öz tebliğleriyle esasdır, tasavvuf hiçbir şey değildir!» demek de Şeriatın lübbünü, ruhunu görmemek ve satıhta kalmak gibi bir hataya gider. Bakın, ne kadar ince!.. İslâm incelik işidir. Ruh ile beden arasındaki münasebeti sezenler, şeriat ve tasavvuf arası taallűku kestirirler... Şu halde tasavvufa dinin esası olmak bakımından esasın ruhu diyebiliriz. Dinin esası, ancak Resűlün tebliğ ettiğidir. Ve Şeriattır. Onun içi, mahremi, ruhu, özü tasavvuf... Tebliğ mevzuu olmayan, yani bütün beşeriyete mecburî rejim ifade etmeyen hususî eriş noktası ise tasavvuftur. Dinin esasına bağlı tamamlayıcı nokta... İşte bu şekilde, tasavvuf, ne bakımdan dinin esası, ne bakımdan değil, izah etmiş oluyoruz.

Şimdi Avrupa’ya geçmeden biraz da şeriat ve aklı ele alacağız. Şeriat akla hitap eder. Teklif akladır. Mükellef akıldır.

Avrupa’yı gördüğünüz zaman orada tüylerinizi ürpertici dalâletler, bulacaksınız. Sakametler, abesler... Bunun anahtarını şöyle verebiliriz: Aklın bütün hududu, bütün haklariyle beraber İslâmda çizilmiştir. İslâm esas itibariyle akıl değildir, mâkulât değildir demek, aksini iddia etmek kadar saçma... Tabire dikkat edin: Bu, akla gerektiğince kıymet vermek demektir. İslâm, mâkulün üstündeki, onun da üstündeki mâkuldür. Fakat tâbi mâkul... Ve akıl, akıl hâkimiyeti yoktur İslâmda... Akıl teslim olur. «Ben teslimim!» der ve ondan sonradır ki hakikate erer.ıl teslimiyette aranır. Teslim olunduktan sonra, nasıl kimse cennet için ibadet etmez, fakat ona cennet verilirse, akıl da bahşolunur, sahibine iade olunur. İşte ona İslâm, «selim akıl» der.Ve o akıl herşeydir ondan sonra... Ak

Bilmem izah edebiliyor muyum? Akıl bu akıldır işte!.. İlerde bunun da hudutlarını anlıyacaksınız. Akıl bu kadar vardır İslâmda, ve bu kadar yoktur. Buna bir misal: Kur’ân tefsiri meselesi... Bir adam Kur’ânı tefsir etse, fakat tefsirinden evvel dese ki «ben Kur’ânı ancak aklımla tefsır ederim!» ve etse; ve tefsiri İslâmın en makbul tefsirlerinden biri olan Beyzavî Hazretlerinin tefsirine noktası noktasına mutabık çıksa, bu adamın tefsiri makbul değildir ve bu adam küfürdedir. İncelik işte burada!..

Kur’ân tefsiri işini izah edebilmek için en az yirmi konferans vermek icab eder. Bu iş böyleyken, insan «aklımla tefsir ediyorum» derken, iş bu menzeledeyken, ve Kur’âna Türkçe Kur’ân vesaire gibi lâflar felâkettir. İşleri güçleri Şeriatı yıkmaktan başka bir şey olmıyan insanların bir de tutup halkı kazanmak için (burada kabahati halkta bulacağım) şeriatın ana dayanağını – hâşâ – romanlaştırırcasına vermeye kalkmaları ve halkın da yüzbinlercesinin buna talip olmasından daha hazin manzara olamaz. Kime anlatacağız, nasıl anlatacağız bu incelikleri?

Şeriat, mutlak ölçüler ve ebediyet sırlarının gömülü olduğu hazine kapısını açıcı şifreler manzumesidir ki, o olmaksızın hiçbir şey olamaz. Bu şifreler manzumesi dış ifadesiyle her ferde emir ve farz... Esrarına inilmesi ise emir ve farz değil... Tebliğ ve tatbik maddeleri esas olan...

Böyle olunca umumî mânada tebliğ ve tatbik mevzuu olmayan hiçbir şey dinin esası olamaz. Ama esasa bağlı ve esas yolunda hususî bir varış noktası olabilir. İşte şeriatle tasavvuf arasında, kalıpla, kalıpta dökülen anahtarı andırıcı mahrem münasebet!.. Akla gelince, o da teslim olduktan sonra gerçek hürriyet ve üstün hakikate eren vasıta...

Akıl sırrı derin... Yalnız aklı anlatmak için kamuslar doldurmak lâzım... Akıl vardır İslâmda... Öyle ki, var’la yok arasında bir mevcut... İşte hak dininin hususîliği de bu!.. Olması gereken yerde var, olmaması gereken yerde yok...

Katolik dininde (Moryak), (Morua), şu, bu (Akademi Fransez) âzaları ve Fransa’nın en büyük edipleri, İslâm diniyle ilgilenen (Masinyon), kral, prens, tüccar, profesör, filozof, misyoner, kiliseye giderler, diz üstü çökerler; papas gelir yanlarına, kuru bir ekmek parçası uzatır; «Bu Hazret-i İsa’nın – hâşâ – etidir, inandın mı?» der. Muhatabı, «inandım!» diye cevap verir. Şarap uzatır, «bu da kanıdır, inandın mı?» diye sorar. Karşısındaki yine «inadım!» der. Şimdi bakın, burdaki akla! Burada bir bedahet vardır. Teklifler abestir. Bu adamlar, aklı baltalayıcı noktaya varmışlardır ama, akılla abes, mümkünle muhal arasını ayırd edecek muvazeneyi elden kaçırmışlardır. Ve bir kere inandıkları için, her türlü saçmalığa kucak açma felâketine düşmekten kurtulamamışlardır. İman ile akıl arası muvazeneyi bozmuşlardır. Dedik ya, İslâmda akıl evvelâ Allaha teslim, sonra kula iade edilir ve tam akılla hareket gerçekleşir.

Şimdi, akıl deyince oradan iş felsefeye dökülüyor.

Felsefe aklın, kendi hükümdarlığını göstermek için kurduğu müessise... Ve doğruyu bulmanın değil de yanlışı düzeltmenin müessisesi... Felsefede her mektep, öbürünün yanlışını gösterirken doğruyu söyler.

Felsefeyi de şu şekilde izah ettikten sonra Garp tefekkürüne geçip bilâhare tasavvufa döneceğiz. Felsefe, hakikati hiçbir çıkış noktası olmaksızın serbest arama yoludur. Kelime iştikakı (filos) ve (zofos)tan gelir. Yunanca... «Hikmet dostluğu» demek... Peşin hiçbir şeye inanmaz. Yahut peşin inanmak diye bir şey yoktur sisteminde... «Hakikati bulacağım, ona memurum» der ve başsız, sonsuz, arar. Bir odada saklanmış bir eşya gibi... Kâinatta saklanmış şeyi, mücerredi aramanın müessisesi felsefe... Din ise odadaki gizli şeyi peşin bildirmenin yolu... O malűm şey yerinde dururken ayrıca armaya nasıl müsaade olunur? En güzel izah olabilir, bu... (Paskal) varmıştır, bu ince hakikate... O, vâhid olan «şey»in mihrakı etrafında, ebedî meçhule doğru hudutsuz bir fikir cehdi... Aklın vazifesi budur. Bunun ismi hikmettir, felsefe değildir. Felsefe bulmanın değil, boyuna aramanın yolu..

Burada çekinmeden söyleyebilirim ki, bu dünyaya hiçbir insan gelmemiştir ki, «hakikate talibim» demesin. Komünist de bunu der, herkes de... Ve yine herkes bilir ki, hakikat tektir. Bunu bedahet halinde biliriz. Hakikat tektir. Hakikati bulan, onu nâmütenâhide arar mı? Onun için dinlerin felsefeye karşı bakışına dikkat etmek lâzım...

Din, buluş; felsefe ise bulduğu herşeyde hatâlı veya hatâ etmesi mümkün bir arayış... Böyle olunca, elbette ki, «sabit»in değişene ve mihverini bulamıyana tahammülü olamaz.

Hiçbir karasızlık kararın yerini tutamaz ve kuvvetin kazanamaz.

«Sabit» üzerinde donmamak ve her ân arayıcılıkta devam etmekse, ancak o «sabit»in bağlısı meçhuller âlemi üzerinde derinleşmekle olur. Dindar, mihverlik bir inanış etrafında fezayı dolaşırken, başıboş hakikat arayıcısı onu her defa kaybedici, neticesiz bir maceraya mahkûmdur.

Böylece hududu iyi çizmek şartiyle felsefeden istifadenin binbir şer’î ve makbul yolu vardır. Tasavvuf bazı hikmetleri bakımından felsefeye yakındır. İşte bir mihver etrafında meçhuller âlemini çevrelemenin mübarek mektebi... Fakat şeriatın hiçbir alâkası yoktur felsefeyle... Şeriatteki mânalara, evet, hikmet denir. Felsefenin sefaletini, felsefede en büyük eserlerini vermiş Avrupalı filozoflardan dinleyeceğiz birazdan... Şimdi bu hal üzere bırakalım felsefeyi... Ve şu kadarını söyleyelim:

Hududunu tanıyan, tükeniş sınırlarını gören akıl, dince en mübarek vasıta... Ve kendi kendisini yenmeye, çürüğe çıkartmaya memur köle âlet...

Bütün Garp, büyük bir felsefe zinciri halinde gelir. Ve bütün bu geliş, kendisini tatmin etmeyen ve daima yanlışlar içinde boğulan bir manzara çizer.

Biz felsefeyi işte böyle anlarız ve ancak meçhullerini nâmütenâhî bildiğimiz mutlak hakikat etrafında, tâbi bir müessise olarak lüzumlu görürüz. Hakikatı aramakta «buldum!» yobazlığına düşmemek ve «buldum!» denilen vâhidin, mutlak surette bulunduktan sonra da nice arayışlara muhtaç olduğunu göstermek için felsefî tefekküre de öz hududu içinde yer veririz.

Bir zamanların İslâm medresesi – ki eski devirlerin en mükemmel tahsil ocağı – felsefeyle hikmet arası çizginin en sadık muhafızı olmuştur. Bizim bugün o büyük medeniyetin ruhunu ihtiva eden büyük külliyemiz, hakikî mânada üniversitemiz olsa, felsefe fakültemiz de olur. Fakat biz – söyledik ya – peşinen biliriz ki, felsefe, birbirinin yanlışını çıkarmaya memur, sonu gelmez ve bir noktada durmaz serseri bir katar... Ve uçurum yolcusu...

Bu tarifi kabul etmeyecek tek Avrupalı yoktur. Şimdi ileride daha iyi göreceksiniz; birbirinin yanlışını çıkarmaya memur ve her defa müflis hakikat nerede, biz neredeyiz?

Bırakın, onlar patırdı ede ede gerçeği araya dursunlar.

Biz felsefeyi dalâletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hal olarak tarihî bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu diye görmekte mazuruz. O bir ahlâk da getiremez; getirse bile onu müeyyideleştiremez.

Ona düşen, nihaî illiyet ve gaiyet üzerinde görüş selâhiyeti olmadığını tasdik yoliyle, kanunları vazedilmiş ve ilmîleştirilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi fazilet ve ismi hikmet olur. Felsefeyi andırıcı, fakat metod olarak ona tamamiyle zıt, bağlı tefekkür ocaklarından biri de «Kelâm ilmi»dir.

Fakat bu dâvaya en güzel cevabı, akıl üstü bir irtifadan yine tasavvuf vermiştir:

«- Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...»

İleride sırlarını daha yakından göreceğimiz akıl ve felsefe bahsini giriş halinde bu kadariyle bırakıp hemen Batıya dönelim.

Batı dünyası, tasladığı medeniyetin formülünü bir kimyager kesinliği içinde klişeleştirmiştir: (Yunan aklı + Roma nizamı + Hrıstiyanlık ahlâk ve hassasiyeti = Greko-Lâtin Medeniyeti)...

*

Yunan’dan başlayalım: Başını bilmiyoruz. Avrupalı, Yunan vâkıasına «mucize» nazariyle bakar. Gerçekten bu dünyada müessirleri bilinmeyen ve mucize çapında görülmeye değer iki büyük vâkıa vardır. Biri Yunan zuhuru, öbürü de uçsuz bucaksız çöllerde insanı sarhoş eden bir mâna rüzgârı halinde esici Arap dili... Bir devenin adım atışını 72 ayrı kelimeyle ifade eden bu dil, önceden bâdiyede hiçbir (metropolis-büyük şehir) kurulmaksızın ve hiçbir insanî tefekkür kaynaşmasına şahit olmaksızın, nereden ve nasıl gelmiştir? Yunan harikası gibi bu da kaynak bakımından büyük meçhullerden biri...

Yunan medeniyetinin başında (mitoloji-Yunan ustűre ve hurafeleri) var... (Mitoloji), bir tarafiyle efsane, bir tarafiyle de cemiyetin itikatlarını gösteren uydurma din... Birçok ilâha inanma, putlaştırma mizacının meydana getirdiği bir tablo... Bütün putların başında da başbuğ put olarak (Zeus), Fransızların (Zös) dediği sahte tanrı... Aynı sahte tanrının putperest Roma’daki mukabili (Jüpiter) ismini taşıyor. Cebinde çift pasaport taşıyan bir sahtekâr gibi Yunan ve Roma’da, vasıfları, birbirine tam uygun iki ilâh tasavvuru... Ayrıca bunlara tâbi birçok uydurma ilâh... Onlara da bağlı yarı ilâhlar... Yarı ilâhlar insanlardan olur ve isimlerine (Demetr) denilir. İnsan harikalaşınca yarı ilâh telâkki edilir onlarca...

Böyle bir âlem... Bu âleme dikkatle baktığımız zaman şunu görüyoruz: Eski Yunan (mitoloji)si, aklın, fikrin, vehmin, hayalin bile içinden çıkamayacağı girift bir (plâstisite), yani eşyanın dış kabartısı, müşahhas bir zemin üzerinde, bir dış âlem rüyası... Hezeyanın da anlamayacağı kadar korkunç, hattâ (estetik) kıymetlere bulanmış, muazzam bir tahayyül cümbüşü...

Ne tuhaf! İşte burada Garbın ana damını ele geçireceğiz. (Plâstisite) kelimesini kullandık demin... Bunu hiç kaybetmeyin zihninizden! (Plâstik), pazarlarda satılan naylon eşya değil, felsefî mânada eşyanın dış kabartısı, dış görünüşüdür. Göze hitap edici dış şekiller, renkler, hacimler... Meselâ Yahya Kemal (plâstik) çerçevede büyük şair, fakat ruhta ve iç muhtevâda zaif... Meselâ resim, heykel ve mimarî (plâstik) sanatlardan...

Eski Yunandan aldığı bu (plâstik) zeminden Avrupalı hiçbir zaman ayrılmamıştır. (Plâstik) zemine bağlıdır Avrupalı; koparamazsınız oradan... O (plâstik) zeminde kendini aşmak için bir çeşit madde aşkı, tabiat zevki temsil eder; dolayısiyle iç âleme yabancı kalır.

Bu (plâstik) zeminin (idealizasyon)u (Zeus) veya (Jüpiter)dir. Bunlar, 100 katlı apartman gibi bir sarayda otururlar ve ne kadar beşerî zaaf varsa hepsini nefslerinde toplarlar... O, bunun karısını kaçırır, şu, onun gözünü kör eder. Dünyada böyle bir aile görülmemiştir; bu sözde tanrılardaki aile gibi... Ve ondaki hayal o kadar zengindir ki, (Şekspir) bile inanmışçasına, bunlar adına yemin eder. En son şairler de mitolojinin ifade ettiği (estetik)ten ayrılmazlar. Büyük saçmayı gördükleri halde... Sorsanız onlara:

«- Senin tasavvur ettiğin kudret, hâlik makamında kudret, beşerî zaaflarının aynası nasıl olabilir? İnsanda bile olmayan zaaf, ahlâksızlık onlarda vardır. Bu türlü uydurmalara, belirttiği hayal gücü ne çapta olursa olsun, mâbud göziyle nasıl bakabilirsin?»

Cevapları şu olabilir:

«- Biz onlara hakikat göziyle değil, zevk ve (estetik) göziyle bakıyor ve bu yönden inanıyoruz! Gerçeği değil, güzelliği ve insanoğlunun hasret çektiği iklimleri buluyoruz onlarda...»

Tamamiyle Batılı olan böyle bir düşünce ise, malik olmak vehmi içinde ebedî bir mahrumiyetten başka bir şey olamaz. Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!

Neticede Yunan (mitolojisi)ni bir büyük hokkabazlık panayırı diye alabilirsiniz. İçinden, ilâh kabul edilen birtakım tiplerin, insanî zaaflara batmış, birbiriyle boğuştuğu panayır... Bu panayıra bugün Garp çok uzak olduğu halde, zevkinin içinde (mitoloji)yi daima taşır. Ve bu yalanın (estetik) cazibesine öyle kapılır ki, onu doğru bile sayabilir. Yunan (mitoloji)si, bugünkü Batı yalanının ilk kaynağıdır.

Nihayet bir fikir adamına ondan alınacak hisse şudur: Zengin tabiat plânını (plâstisite)ye mıhlamak, en büyük mücerredi de (plâstik) idrakten elde etmeye çalışmak...

(Mitoloji)den sonra, Yunanda ilk fışkırış noktası olarak karşımıza (İyonya) mektebi çıkıyor. Bu (İyonya) mektebinin, (Tales), (Aleksimandros), (Aleksimen), (Diyojenis) gibi birkaç mensubu var... Basit bir mektep... (Mitolojik) plânın avam sınıfından değil bunlar... İlk düşünen adam bunlar, Batıda...

Ve eşyayı bir şeye irca etmek isterler. Vahdet’e doğru bir hazırlık... Eşyanın aslı nedir? İşte meşhur «anâsır-ı erbaa : dört unsur» nazariyesi... «Ateştir, sudur, topraktır, havadır» şeklinde, bir fikir sistemi olarak satıh üstü bir arayış... Bir fikir mesnedi olmaktan ziyade, neticesiz bir tahlil ölçüsü... Ve satıh üstü... Eşya ve tabiat, şundan, bundan mürekkepmiş... Ama aslî zat nerede, aslî müessir ne?.. Su, ateş, hava ve toprak buluşu, büyük anlayışa susamış insanı tatmin etmez!.. Mutlak çözümü de getirmez.

Böyle bir görüş nâmütenâhî verâlardan bir perde açmaktır ve nihaî verâyı boş bırakmak... İş bununla bitmez.

(İyonya) mektebinin peşinden (Ksenofon) geliyor.

(İyonya) mektebi Milâttan yedi asır öncedir. (Ksenofon) ise altı asır evvel...

(Ksenofon) da bir mektep sahibidir. (Ele) mektebi... Bu mektebin esası (panteizm)... Bu tabir bahislerimiz arasında sık sık geçecek... Allahı, tabiata mutabık, tabiatın aynı, kendisi kabul etme mezhebi... Madde enerjisi içinde gaaî bir müessir olarak Allahı görür; fakat o gaaî zatı tabiatla birleştirir. Tevhide doğru giderken, birden, müşahhasa düşmenin ve mahlûku hâlik görmenin sekamet mezhebi... İlk (panteist)ler, (Ksenofon) başta olarak ortaya şu nazariyeyi atmışlardır: «Bütün gördüklerimiz cevher ve arazdan ibarettir. Arazlar gözle görülür, fakat cevher görülmez.» Ve işte o «görülmez»i, daima «görülür»e bağlı kalarak ilâhlaştırmak... Tevhide tam zıt... Maverâ hissinden mahrum...

Sırası gelmişken bildirelim:

Yukarıdan beri kullandığımız «Allah» kelimesi yerinde değildir. Bu kelime yaratıcıyı vasfiyle değil de zâtiyle belirten mukaddes lâfız... Zat ismi, hâs isim... Alem, simge, tura ismi... Fakat umumî mânada, hâlik, yaratıcı gibi vasıfları bu mücerret zat isminde toplayan Allah’ı bilmiş, tevhide ermiş olur.

Gelelim yine (panteizm)e... İşte onun tabiatta gördüğü cevher, arazların gerisindeki yaratıcı kuvvettir ki, tabiatten başka birşey değildir. Bu da, Allah’ı bulmaya doğru bir adım olduğu halde, sürçmekten ve eşyayı putlaştırmaya düşmekten ibaret kalır. Yine kaba müşahhasa ve (plâstik) zemine bağlı kalmanın bir çeşidi...

Ondan sonra (Pitagor) geliyor. Bizim (Fisagor) dediğimiz... O da Milâttan önce 6. Asırda... (Fisagor) adet, sayı mistiğini getirmiştir. (Mistik) sırrîlık, sırrî idrak ile sayı felsefesi...

Sayı üzerinde (mistik) telâkkî şöyle:

«Adedin aslî unsuru neyse eşyanın da aslî unsuru o olmak icap eder.»

Bu anlayış da kemmiyetin keyfiyetini aramak yolunda hudutlu bir dereceye kadar varıp yine kemmiyette kalmanın neticesini getirir ve (plâstik) idrakten öteye geçemez. Dikkat edin; en mücerret tefekkürde bile Batı âleminin dönüp dolaşarak yine müşahhasa esir olmak mahkûmluğu... Sayılarda bir (mistik) görüş bile yine kemmiyette kalıyor ve kemmiyetin keyfiyetini yapmaya çabalıyor. Eğer bütün sayıları inkâr edip (1) adedi üzerinde derinleşebilseydi büyük oluşa varabilirdi.

Fakat Eski Yunan’da ilk defa büyük mücerrede doğru bir atılıştır bu... (Fisagor) bu adedî «mistik» içinde gayet ince bir dereceye tırmanabilmiştir. Gökleri adetlere böler, musikiyi sayı hesabiyle ele alır, göklerin dönmesinden ahenk, ahenklerden de sayılar çıkarır Gerçek sırra doğru bir uzanış... Fakat topukları yere mıhlı olduğu için (1) adedinde kalan ve ötesine eremiyen bu uzanış, elbette ki, eksik...

(Pitagor)dan bize hiçbir eser ve bilgi intikal etmemiştir. Böyleyken riyaziye ilminin kurulmasında ve bu ilmin yapısında onun büyük rolü vardır. Meselâ hendese... İslâmî bir ilim olan ve mücerret nisbetlerin şiirini gösteren cebir ilmine kıyasla dış kalıpların hesapçısı Yunanlı hendese, iki âlem arasındaki mücerret ve müşahhas farkını göstermekte birebirdir.

Ne gariptir ki, bu adam, «Metanpsikoz»a inanıyordu. Yani bizim (tenasuh) dediğimiz hâle... Ölümden sonra ruhun kalıp değiştirdiğine ve başka bir cesede hulûl ettiğine... Bu itikat İslâmda küfürdür.

Ruh, kendi cesedi, zarfı içinde ayrı ve müstakil bir vâkıadır.

Eski Yunan’da bu ilk tefekkür mekteplerinden sonra bir akamet devresi... Ve peşinden büyük bir ruh fışkırışı...

Bu akamet devresi (sofist)lerin çığırı...

(Sofizm), mantığın yalama haline gelmesi, birtakım aklî çıkmazlar üzerinde sahte nispetler kurması, kendi içinde döne döne ve basit daireler çize çize hakikati güme götürmesi... Akıl yobazlığı...

Nitekim biraz sonra göreceğimiz (Sokrat), büyük fışkırışın başı olarak ilk hücumunu (sofist)lere karşı yapacak, derin idrak ve üstün tecrit oklarını o tarafa çevirecektir.

Şimdi (sofizm) üzerinde biraz daha durmamız icap ediyor. Çünkü son zamanlara bakarsanız her politikacı bir (sofist)tir, bu memlekette... Hattâ siyasî (demagog)lar bunların en âdi örnekleri...

(Demagog) kelimesi de yunanca... Garbın da bütün sermayesi, malûm, Yunan’dan...

(Sofist)leri size daha geniş ve izahlı anlatabilmem için bir iki fıkracık nakletmek istiyorum. (Sofist)lerin ilk darbeyi (Sokrat)tan yemeleri, bakın nasıl oldu! Bir kaplumbağa... Gerisinde bir tazı... İkisi hareket ettiği zaman tazı asla kaplumbağayı yakalayamaz! Neden? Çünkü kaplumbağa o zaman içinde biraz daha ilerlemiş olacak... «Acaba?» diyeceği gelir insanın bu saçmaya... Bakın nasıl mantık istismar ediliyor. (Dinamik) tarafından alamıyorlar da zamanı, (statik) tarafından alıyorlar... Böyle olunca asla kaplumbağaya yetişemez tazı... İşte mantıkta (dinamizm) noktası... (Dinamik) mantık cansız tahlil değil, ruhçu terkip emrindedir ve parçaları bitiştiremeyen kaba şaşırtmacaların, gülünç safsataların ağına düşmez.

(Sofist)lerin ruh ve zihin haletini belirtmekte, yukarıdaki hokkabazlıklarından daha çarpıcı bir misal var:

Zekî bir (sofist) talebe gidiyor, hocasına; diyor ki;

«- Seneden ben avukatlık icazeti alacağım! Fakat sen bilmem ne kadar para istiyeceksin! Bu parayı vermeye şimdilik muktedir değilim. İleride kazanacağım ilk dâvadan ödemek üzere bana ders verir misin?»

Adam:

«- Olur!» diyor; «sana ders veririm, kazanacağın ilk dâvadan benim hocalık ücretimi ödersin!»

Bir tuğlanın üzerine senet yazıyorlar – O zamanlar senetler tuğla üzerine yazılırmış – mukavele tamam oluyor. Hoca ders veriyor. Çocuk avukat oluyor. Bir sürü iş yapıyor, fakat parasını ödemiyor hocasının... Hoca talebesi hakkında dâva açıyor. Mahkeme kurulur kurulmaz hoca ayağa kalkıyor, diyor ki:

«- Bu dâvanın duruşması yersizdir, bâtıldır. Şimdiden hükmedilmesi lâzım, hakkım için... Sebep şu: Benim talebemle dâvam var. Kazanacağı ilk dâvadan ödeyecekti hakkımı... Kazanamadım, diyor, şimdiye kadar... Güzel; ama bu bir dâvadır. Burada kazanırsa kazandığı için ödeyecek, kaybederse kaybettiği için verecek... O halde duruşmaya lüzum yoktur!»

Söylenecek lâf var mı? Dâvayı kazanırsa talebe, mukavele mucibi borcunu verecek, kaybederse ödeme hükmü aldığı için verecek... Yani, o türlü veya bu türlü, verecek...

Talebe kalkıyor ayağa:

«- Ben, diyor; hocamdan ders aldım. Onun bütün hüneri, işte böyle, mantığı güme getirmektir. Bütün mahareti budur. Ben de muhakemeyi lüzumsuz görüyorum! Zira kazanırsam ödememek hükmünü alacağım için vermiyeceğim; kaybedersem kaybettiğim, kazanmadığım için vermiyeceğim; yani mukavele mucibi iki türlü de vermiyeceğim!»

(Sofistik) mantığı anlamak için ne zarif bir hikâye...

Mantığı sahte mantıkla bulandırmanın hüneri (sofizm)... Şu var ki, bizim sofistlerimiz eski sofistlerden çok daha aşağı seviyede...

(Sofist)ler arasında bir garip ihtiyar görüyoruz. Sağından dolayıp sol omuzuna attığı beyaz harmânîsi içinde, yere baka baka yürüyen, gidip gelen, çarşı ve pazarlarda dolaşan, elindeki asâyı hemen her rastgeldiğinin önüne eğip yolunu kesen ve şöyle soran bir ihtiyar:

«- Kimsin sen, nereden gelip nereye gidiyorsun? Niçin yaşadığının hesabını hiç nefsine soruyor musun? Hayat sistemin nedir? Öküzüne ve atına bir terbiye sistemi içinde bakıyorsun da çocuklarına, yaşanmaya değer hayat üzerinde ne öğretiyorsun? Kudret ve hakikat ancak «Bir», bölünmez bir vahidde toplanabilir ve o «Bir» sizin uydurma ilâhlarınız olamaz!»

Bu, Eski Yunan’da büyük düşünce fışkırışının başı (Sokrates-Sokrat)... O, Batı tefekküründe ilk vahdânî görüşün habercisi...

(Sokrat)ın hazin bir hikâyesi var. Üzerinde fazla duramıyacağız. Sonunda zehir içirtilerek öldürüldü. Ve şu sözü söyledi: «Bu, benim başıma gelen, ilk defa benimle başlamış olmuyor. Kimbilir tarihte nice insanlar var ki, hep böyle öldüler. Benimle de bitmeyecek bu iş... Hakikatı söyliyenlerin çoğuna bu zehiri içireceksiniz!»

Hakikaten böyle oldu ve hep böyle gidecek...

(Sokrat) Garp tefekküründe ilk defa (metod) fikrini getiren adamdır. (Metod), usul, herşeyin başı...

Evvelâ düşünüyorum; neyle düşünüyorum, nasıl düşünüyorum? Bütün bu gördüğüm şeyler kendimden mi, yoksa dışımdan mı? Gözümün içine yerleştirilmiş küçük küçük resimler mi bu eşya?..

Usul: Dâvaların dâvası... Bunu getiren adam, (Sokrat)... Ne kitabı, ne başka bir şeyi var. Onun bütün kitapları, fikirleri, müthiş bir kütüphane getirmiş Eflâtun (Plâton)un eserleri içinde...

Eflâtun (Sokrat)ın ilk talebesidir. Onun talebesi de Aristo (Aristoteles)... Bu müselles, bütün Garba hâkimdir. Sokrat için «bizim ilâhlarımıza inanmıyor» diyorlar. Ve adama zehir içiriyorlar. O kadar güzel bir müdafaa yapıyor ki, müdafaası biraz yumuşak olsa kurtulurdu. Çünkü parlak müdafaalar tehlikelidir. Hasımlarının içyüzlerini meydana dökmesi bakımından... Ve zehir içip ölüyor. (Sokrat)ın (Apoloji) ismi verilen eseri (Plâton) tarafından tesbit edilmiştir. Bu (Sokrat)ın müdafaasıdır. Yerle yıldızlar arası insan tâkatinin ve derin fikrin sanatla karışık harikulâde senfonisi...

Bu adam, «niçin»den evvel «nasıl»ı getiren kafa... «Niçin» (Plâton)da başlıyacak... «Nasıl» fevkalâde mühim bir yol, metod... İlk eşiği kurabilmek...

(Sokrat)ın üzerinde fazla duracak olursak diğerlerini anlatamayız. Onun için kısa kesmek mecburiyetindeyim. Bu arada demin anlattığım sofistleri kendi mantıklariyle boğuyor ve kaba hesapların üstüne çıkmalarını ihtar esiyor. Hakikat burda değil, maddenin üstünde, üstünün de üstünde... O kadar (sofistik) mantığı boğmaya alışmış ki, gayet hissî bir tabloda bile o şahane kafasındaki mantık dalâletlerinin ifade ettiği hınç belli oluyor. Meselâ ölüme giderken yanında (Plâton) ağlamaktadır.

«- Ne ağlıyorsun?» diyor, (Plâton)a...

«- Haksız yere ölüme gittiğine»...

«- Demek haklı gitseydim gülecektin,öyle mi?»...

Orada bile «niçin»i nasıl yerine yapıştıran bir adam... Ve ölüyor (Plâton)un tabiri ile boğa bakışlı, hocası...

Son sözü:

«- Falana bir horoz borcumuz var! Ödeyin!»

Ve bitişik odada kadınların vâveylâsına cevabı:

«- Ben size kadınları buraya sokmayın demedim mi?.. Onlar yarım mahlûklardır ve çığlık koparmaktan başka bir şey bilmezler...»

(Plâton) kocaman bir kütüphane bıraktı. (Sokrat)ı tamamen (Plâton)dan öğreniyoruz. (Plâton) idealizmayı getirmiştir. Yalnız (Plâton) için dört beş konferans lâzım... Onu da (Sokrat) gibi kısa geçmeye mecburuz. İdealizma nedir, (Plâton) nedir? «Fikirler âlemi» onun (tez)i... (Plâton) maddeye inanmaz. Maddenin illiyetini madde içinde aramaz. Madde ötesi (ide)ler âleminde arar. Ve insanın içi o (ide)ler âlemine bağlıdır. Madde, sadece fikrin suret ve şekil kazanması...

Araplar (ki Eski Yunan fikriyatı Araplar tarikiyle geçmiştir Batıya), (Plâton)a, «Eflâtun-u İlâhî» derler. Ondaki vahdaniyet mizacı bakımından...

(Plâton) bir heykeltraş tasavvur eder. Mecaz halinde... Halîki böyle tasavvur eder. Burada mecaz olarak tasavvur diyorum; inceliğe dikkat!.. İlâhî isimler arasında «müsavvir» ismi de var... Müsavvir; hâlik, Rezzak, Rahîm, Rahman gibi, İlâhî isimlerden... Tasvir edici, suret verici demek... Elbette Allah müsavvirdir. Hepimizin yüzünü çizen O, maddeyi biçimlendiren O... Bizse yüzümüzü kendimiz çizmişiz gibi sahiplik taslarız!

Eflâtun bir heykeltraş tasavvur eder, dedik. Bu heykeltraşın iki vechi vardır. Biri «kendi», biri «kendinden» olarak... Müessir ve eser... Bu heykeltraş tasvirinde plân, müessirin zatına mahsus hikmet... Muazzam bir mermer kitle... Kendi hikmetleri... Heykeltraş mecazen zât... Ve çekicin o mermer kitlesi üzerindeki hudutsuz hareketi, mahlűklar manzumesi...

Hiçbir din değil, fakat müstakil bir fikir çıkışının yükselebileceği üstün nokta bu görüş... Eflâtun İlâhî teyide mazhar bir nebî olmanın ulaşılmaz derecesi altında, fakat insan aklının çok üstünde... O’na nebî denemez; çünkü; zamanın nebî’sine bağlı olmayan hiçbir fertte ve idrakte bu imtiyaz düşünülemez.

(Plâton) bir (jeoğrafik) veya (topografik) yer tayin etmeksizin yükseklikler âleminde fikirler kabul eder. Her hakikat o fikirlerdedir. Ve madde kendinı aşan bir fikre tâbidir. Onun için idealizma (Plâton)da bütün bünyesiyle tamamdır. İlk büyük, muazzam idealist... Ve idealizme, size basite irca ederek anlattığım bu şekilden ibaret...

Eserlerinde bu tezini olduğu gibi koyar. Eserleri pek çoktur. Hemen hepsinde (Sokrat)tan naklettiği fikirler vardır. (Apoloji)den itibaren (Sokrat)ın konuşmaları eserlerde yer almıştır. (Sokrat) küçük talebe halkaları içinde konuşmuştu. Akademiyi Eflâtun kurdu. Ağaç altı konuşmaları... (Akademus)... Bugünkü akademi tabiri oradan gelir. Ona göre hakikat (fenomen)lerde değil, fikir ve ruhtadır. (Fenomen) felsefede mühim bir mefhum... Sırasında göstereceğiz. (Fedon, Fedr, Gorgiyades, Ziyafet, Cumhuriyet)... Başlıca eserleri bunlar... Bunların büyük tesiri olmuştur. Tesiri azîm... Öyle ki, biraz sonra (Aristo)yu görünce, bütün Avrupa’yı, herbiri orijinal, herbiri ayrı, herbiri başka olmak itibariyle, (Sokrat, Plâton ve Aristo) müsellesinde, birinden birine irca kabildir. Talebesi (Aristo), tam (Plâton)un mukabili, tersidir. (Plâton) buradan oraya gidiyorsa aynı hat üzerinde o, oradan buraya gelir. Yani tabiata... Müessirden esere, eserden müessire geçişteki inceliği tasavvufta anlıyacaksınız. O maddeye bakar; maddenin iç bünyesindeki kanunları keşf hedefine bağlar, aklın ve büyük mânada (rasyonalizm) akılcılık, tabiatçılık, gerçekçilik temellerini arar ama bunlara ezbere bir çıkışla gelmez ve fizik ötesini fazla deşmez.

Metafiziği onun, bakın nedir? Maddenin gittikçe sâf hareketi, görünüşte elene elene sâf hareketi... Yani fikir durumuna kadar yükselttiği muazzam (efor) kadrosu... Tabiat budur onun için... Onu bir maddeci olarak görmek yanlıştır. Onu maddeyi ilk defa esîrîleştiren adam olarak görmek lâzımdır. Bir sürü eser yazmıştır. Demin kitaptan bahsediyordum; görün kitap kadrosuna bağlı insanları... Meselâ «Mantık» adlı eseri İslâmiyete destek getirmiştir. Bazı kelâmcıların kullandığı eserler...

(Aristo)nun «Mantık» başta, Fizik, Tabiat ilmi, Politika (Siyaset), Poetik (Sanat felsefesi) vesaire birçok eseri var...

(Aristo) Büyük İskender’in dostu ve hocası... Abdülhak Hâmid bir piyesinde de vezin icabı (Aristo) diyemez de (rosto) der gibi, «Risto bu nedir?» diye sorar ve cevabını alır: «Zafer veya hiç!»...

Büyük fikir fütuhatının yanında, madde fâtihlerinin ve madde fethine memur adamlarının yan yana bulunmasına dikkat edin! Bu İlâhî sır derin... İskender ve yanında koskoca bir (Aristo)...

Kanunî de bir aksiyoncu; yanında kimler yok ki... Şairi Baki, Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, Mimarı Sinan, Amirali Barbaros, Veziri Sokullu... Kimler, kimler yok! Bakın beraberlik ifadesine, üstün cemiyetlerde...

(Aristo) mantığı kafanın çalışma metodu olarak ve bununla beraber tabiata doğru giden ve maddeyi bir (efor) kadrosu diye ele alan adam...

Bu üçü (Sokrat, Plâton ve Aristo), hemen hemen maddenin üç buudu gibi derinlik, uzunluk, genişlik halinde bütün Garp felsefesinin temeli... Bütün Batı tefekkürünün, usulcü, idealist ve maddeci olarak bunlardan birine ircaı kabildir.

Şu kadar ki, (Aristo) maddede kalan bir felsefe yerine, maddeyi mânaya götüren bir tefekkürün sahibi... Eflâtun ruhtan gelir, (Aristo) maddeden...

Şimdi bu üçünden sonra ne geliyor Eski Yunan’da? (Zenon) geliyor. Ahlâk felsefesi...

(Zenon) eza ve cefaya tahammül ahlâkının kurucusu... Cevr ve cefaya tahammül ahlâkı... Bu ahlâk gururun ahlâkıdır, benliğin... Aşkın ahlâkı değil... İş aşka gelince hangi cevre tahammül edileceğini tasavvuf bahsinde anlatacağım.

Asıl Roma’da (Epiktet) isimli filozofta tecellisini bulan bu ahlâk (Stoisizm) adını taşır.

(Epiktet) bir köledir. Onun ayağını işkence aletinde burkarlar, bükerler. Hiç ses çıkarmaz. Gayet sakin bir tavır ve tonla der ki:

«- Daha fazla bükerseniz ayağım kırılacak!»

Bükerler ve ayak, müthiş bir sesle kırılır.

Verdiği cevap:

«Demedim mi?..»

(Stoisizm) ahlâkı budur ve (metafizik-madde ötesi) bir dayanağa malik değildir. Sadece insan benliğinin madde acısına karşı hissiz tavrı... Satıhçı Romalı bünyesinin satıh ahlâkı...

Fakat bu ahlâk gayet dikkatle not etmeniz icab eden bir şey... (Zenon) ahlâkı, cevr ve cefaya tahammül ahlâkı Roma’da öyle tecelli eder ki, Romalı ateşe sokar elini, bileklerine kadar yakar ve «Romalı asîl yalan söylemez!» der. Ama (Plâstik) plânda bu kadar güzel görünen bu ahlâk, belirttiğimiz gibi, (monizm)in, gururun, benliğin, (ampir)in ahlâkıdır; bir kâinat görüşünün, derinliğine ruh dünyasının ahlâkı olmaya çok uzak...

(Zenon)dan sonra (Epikür) çıkıyor karşımıza...

(Epikür)ü bizde yanlış anlarlar. Zevk ve sefa meselesi... Bizde bu felsefe, cismanî, şehvanî mânada zevk ve sefa olarak anlaşılır. Hayır! (Epikür) bu değildir. (Epikür) öyle ruhî hasletler arar ki, ruhî safaya ve neş’eye, şevke varmanın ahlâkı yolunda gider. Ama bu şevk’e varacak bütün yollardan mahrumdur. Onun için, mecburîdir, felsefesinin cismanî telâkki edilmesi... Tasavvufta da bu en büyük dâva... Büyük safa... Fakat o safaya gidecek yol?.. İsimle olmaz bu iş... Meselâ Hayyam bizce tam (Epikür)cüdür. Bedbin bir felsefe içinde keyfine bak, hükmü... Bu hüküm insanı saadete ulaştıramaz; olsa olsa hislerini iptale götürür. Ebediyet tefekkürü önünde duygusuzluk telkin eder ve cismanî plânda kalır. Fakat hayvanî rahata götürücü bir tarafı vardır bu felsefenin... Fazla kurcalamaktan alakoyucu bir tarafı... (Epikür)ü yanlış anlıyanlardan olmıyalım, yalnız mânasını bilenlerden, yolunun kapalı görenlerden olalım...

Bundan sonra Yunanda bir unsur eksik kalıyor Garbı tamamlamak için... Bütün Garp Yunan’dır demiştik. Evet Yunan... Aslında Batı tefekkürünün, birinin çizdiğini öbürü bozan fâsid dairesi üzerinde Yunan, bütün (tez)leriyle bir arada (antitez)lerini de besleyici bünyesi bakımından işi bedbinlik felsefesinde bitirir. Nihayet öyle bir filozof gelir ki, her şeyi bozar ve bütün bu fikir yolları çıkmaz sokaktır, anlayışını getirir.

O da (Piron)... O da (Septisizm)i kurar ilk defa... (Piron), «hakikatı insan bulamaz, hakikat bulunur şey değildir» felsefesinin adamı...

Bu felsefe, «hiç»in kendi noktası üzerinde ve bir daire şeklinde harekete geçip işi yine «hiç»te bitirişine en keskin misal... Nura muhtaç ruhu intihara sürüklemenin felsefesi...

Zaten böyle olmamış mıdır? 19. Asırda bütün satvetiyle istiklâlini ilân eden akıl nihayet (Bergson)un elinde izmihlâle uğratılmamış mıdır?

Yunan’ı kısaca şöylece markalayıp kapatıyoruz:

Yunan, sadece akıl ve (plâstik) zevk harikasıdır. Aklı uzanabileceği en uzak noktalara götürmüş ve nihayet ona, «geber, sende iş yok!» diyebilmiştir. Fakat ruh emrinde büyük aklı bulamamıştır. Bu da zaten filozofun değil, peygamberlerin işidir. Böyleyken, tek başına rehbersiz akıl nereye kadar gidebilir, göstermiş ve nasipsiz Batıya örnek olmuş tefekkür zemini... Din olarak inandığı ustûre (Mitoloji)lere gelince, hayal gücünü belirtmekten ileriye geçmez, beşerî hırslarla dolu tanrı tasavvurlarından ibaret bir oyuncak panayırı...

İşte, Batıya aklı tedarik eden, fakat nihaî erişin sırrını veremeyen Yunan’ın en kısa çizgilerle portresi!..

Aklı, varabileceği son noktaya kadar ulaştırıp sonunda fânî bir (plâstik) dünyadan başka hiçbir şeye vardıramamanın ve ebediyet soluğuna hasret kalmanın muhteşem, fakat mahzun zemini...

Roma üzerindeyiz. Onu çabuk bitireceğiz. Orada iki adam var: (Senek) ve (Epiktet)... Roma’da büyük mütefekkiri, filozof çapında aramayın! Roma’da büyük mütefekkir bir nevî âlim olarak, devlet reisi olarak, aksiyoncu olarak mevcut... Yani havâs, aydın yetiştirici cemiyet... Fakat bu cemiyeti, Avrupa’yı meydana getiren büyük ferdî vâhidler topluluğu diye ele alamayız. Roma cemiyet dehâsıdır. Orada ferdden çok cemiyetin dehâsı vardır. Bu cemiyetin dehâsında nizam esasdır.

Roma kaldırımı... Roma’dan tâ Kırım’a kadar giden kaldırım... Bir doku, bir nesc, sımsıkı bir nesc... Ve Yunan kültürüne tam bağlılık... Roma’nın (Jüpiter)i, (Zeus)un ikinci pasaportunu taşır. Bütün inanışları ufak tefek farklarla aynıdır. Sadece (Plâstik) zevk; ve madde üstü anlayıştan yoksun bir putçuluk...

(Senek): (Stoisizm)den mülhem temelsiz bir ahlâk felsefesi yapar. Bedbin ve mağrur... Ve Roma dekadansını (çökmektedir Roma) tam ifade edici bir gurur havası ve onun ruh haleti... Ümitsiz bir gurur... (Epiktet) mağrur değil; onda vecdi arayan, ama pervaneler gibi başını sağa sola vuran ve bulamayan bir çıkmaz sokak rotası... O da tam (stoisyen)dir. Bedbin ve mahzun... Köleliğinin de tesiri... (Epiktet) kölelikten gelme...

Onun için orada Yunan’da olduğu gibi âbide çapında fertler göremiyoruz.

Şimdi meselenin meselesi geliyor: İskenderiye mektebi... Üzerinde durmaya değmezdi, ama şu iftira var ya; tasavvuf oradan alınma diye... Onun için İskenderiye mektebini biraz tafsilâtlı göreceğiz.

Bu mektebin (filozofik) ehemmiyeti, bahsettiklerimin yanında Süleymaniye camiine nisbetle bir gecekondudur.

İftiraya cevap verelim: Garplı fikirde son derece hilekârdır. İskenderiye Mektebine hiç ehemmiyet vermez, fakat bizim tasavvufu oradan çaldığımızı söyler. İşte bütün mesele burada... İskenderiye Mektebi Hristiyanlıktan sonra... Bir ân duralım! Burada Hristiyanlık sözünü kullanmıyalım, onu İsevîlikten ayıralım! Zira Hazret-i İsa hak Peygamber... Hazret-i İsa’nın tebliğ ettiği ve bilâhare tahrif edilmiş olan din, Allah Resûlüne kadar hak dindir. Tahrif edildiği için İlâhî vasıfları tenzihte küfre düşer. Küfür buradadır. Dalâlet, küfür, bulunan hakikatı kaybetmektir.

Küfür kelimesi insana acı gelir; mânasını bilsek çok seyrek kullanırız. Küfür gizlemek demektir. Yani hakikatı perdelemek... Onun için meseleyi doğuşu İsevîliğin zuhurundan sonra olduğu halde biraz evvele alıyorum. Bu mektep bir yahudi müessisesidir ve ilk defa İsevîliğe karşı bir tepki olarak başlamıştır.

Şöyle:

İslâm tasavvufu gûya İskenderiye mektebinden çalınma ve zâtiyle (orijinal) olmayan bir müessise... Bu değil mi iddiaları?..

Ne gariptir ki, orijinallerin orijinali; yani aslîlerin aslîsi tasavvuf, zaten Eflâtun ile, muharref Tevrat arası bir bulamaçtan ibaret, büsbütün sahte bir felsefe koluna bağlanmak isteniyor!

İskenderiye veya (Neo-Plâtonizm), Yeni Eflâtunculuk ismini taşıyan bu mektep, Hristiyanlıktan sonra (Plâton) ve talebeleri tarafından kurulmadan çok evvel Yahudi (Filon)un elinde ilk temelini atmıştı.

(Filon) Hazret-i İsa’dan 20 yıl evvel doğmuş, 54 yıl sonra ölmüş, 74 yaşında bir yahudi... Cenup Suriye taraflarından... «İdeler Âlemi» nazariyesini Yahudilerin tahrif edilmiş kitabı Tevrat ile karıştırır, bir (kokteyl) yapar ve bu (kokteyl)den sahte bir (mistik) süzmeye bakar. Fakat devrinde hiç alâka görmez. Ondan 193 sene sonra, İskenderiye mektebi (Filon)dan alır diyalektiğini ve «Nev-Eflâtuniye» namiyle, yani sırf (Plâton)dan alınmış gibi göstererek felsefesini kurar. Ve bu mektep 193’de başlar, 500’e kadar gider. 4. Asır sonlarına kadar... Hiç tutunamaz ve işi büyücülükle bitirir.

(Plâton) aslında Romalıdır. İskenderiye mektebi millî bir mektep değildir. Karmakarışık, melez... İsevîlik gelmiş, Yahudi ellerde tahrif edilmiş, ortalık bulanmış, put alâkası zayıflamış, çünkü büyük ruhtan haber gelmiş ve erimiş bütün heykeller... (Zeus) iki büklüm olmuş... Fakat böyle bir âlemde her şey karmakarışık...

İskenderiye vaktiyle İskender’in kurduğu kasaba... Adetâ bir Bâbil Kulesi manzarasında... Yahudi orada, politika tezgâhları orada, her fitne orada... Bir hercümerc... Şimdi, dâvaları nedir; ona bakalım! Bunlar başlangıçta İsevîlikle açık bir mücadeleye girerler. Ve ona karşı (Plâton)un «İdeler Âlemi»nden bir nazariye atarlar ortaya... (Aristo)yu da (diyalektik) olarak alırlar.

(Diyalektik) nedir?

(Diyalektik) fikrin tanzim şeklidir, ambalajı, mimarisi... Mantıkla yanyana... Çok defa (diyalektik)lerin çelmesine takılır kalırız, üstün fikre çıkamayız. Halbuki (diyalektik) başka, fikir başkadır.

İskenderiye Mektebi (Aristo)nun diyalektiğini alır, (Plâton) ile karıştırır ve der ki: «Benim metodum sâf fikir ve hissi istidlâldir»... Öyleyse akıl nerede kaldı? Hissî istidlâlden gelir, işi neticesiz bir noktaya getirir; ve (ekstaz) vecd ve istiğrak gayesine bağlar. İstidlâl yolu ile gelip (ekstaz)a geçmek... Bu noktalara iyi dikkat etmek lâzım... Burada dünyanın en büyük bir «olmaz»ı, muhali var...

Hissî istidlâl, insanı, nihayet kendi öz varlığına bağlı bir akıl kamaşmasına götürür. Varlığından geçici, zâtını görmeyici, kendini kaybettirici bir «fenâ» noktasına vardıramaz. Bu, kendinde olarak «kendimde değilim!» iddiasına varır ki, kamaşmış bir aklın hokkabazlık oyunundan ileriye geçemez.

Balıkla kuş evlenip de çocuk sahibi olamazlar... Akıl eğer balık, vecd ise kuşsa yolları ebediyen birleşemez. Hilkat kanunu bu... Zorlarsanız ne olur? İş yine akıl meselesi olarak kalır, üstelik aklı da öz payı içinde iptal eder.

Tasavvuf ise ruhtan gelip akla hisse veren, aklı hissesine asla tecavüz ettirmeyen ve gayeyi «ne akılla olur, ne de akılsız» diye tespit eden İlâhî marifet rejimi...

İskenderiye mektebinden devşirilmiş olduğu iddia edilen tasavvuf böyle bir sahte malı çalmış olabilir mi?..

Tesiri ve takipçileri 5. Asra kadar devam eden İskenderiye mektebinde, bize yalan veya doğru tarafından ötelere ait bir haber getirici bir tek ermiş yoktur. Tasavvuftaysa kol kol velî... Onlar işin saçmasapan dedikodusundadır, tasavvuf kahramanları ise yaşantısında... Ve şiarları «kaal-söz» adamlığı değil, «hal-bizzat yaşama...»

Büyük (metafizik) ölçülere dayalı ve sistem belirtici kitapları da yoktur. Bir yarım kısır (psikoloji) ve (Plâton) devşirdikleri ve kısırlaştırdıkları bir yarım (ideoloji)...

Biricik dehâsı satıhta derinleşmek ve ne kadar derinleşirse derinleşsin, yine de satıhta kalmaktan ibaret Batı tefekkürü, işte, bir fare kılı ile fil kılı arasında ayırd edici bir (faktör) bulamayan bir dış müşahede göziyle baktığı için her kılı aynı cinse bağlar ve önceki ve sonrakine göre âdi bir hesap mantığiyle hükmünü verir:

«- İslâm tasavvufu, İskenderiye Mektebinden iktibas edilmiş, asliyet ve şahsiyetten mahrum ve İslâmın kuruluğunu değiştirmeye memur bir yamadır.»

Bahsinde göreceğimiz gibi, doğrudan doğruya Allah Resûlünün bâtın hazinesinden başka bir şey olmayan tasavvufa bu bakış, Garplının muhteşem hamakatini göstermekte en çarpıcı misaldir.

Uça uça nihayet motor kuvveti sayesinde biraz havalanabilmiş olan Batı adamı, elbette ki, küçücük bir solukla ve feza boyunca yol alan, ışık hızlı tasavvuf füzesini çocuk uçurtmasından ayırt edemez. Buna kafa yapısı müsait değildir.

İskenderiye Mektebi, aslında, Roma’nın benlik felsefesi diye hüviyetlendirebileceğimiz haşin tefekkür zemini üzerinde, İsevîliğin çökerttiği bir nizamın, Hıristiyanlık içinden gelerek Hristiyanlığa da zıt ve Eski Yunan’dan imdat isteyici ve gûya ruha bağlanıcı son nefs müdafaası hamlesidir.

*

İskenderiye Mektebinin, hem de zıt yoldan Eski Yunan’la karışım yapmaya kalkıştığı gerçek İsevîliğe bir göz atalım: Hazret-i İsa, babasız hak peygamber... Bize İhlâs Sûresi herşeyi söylüyor. “Allah doğurmadı ve doğurulmadı”... Hazret-i Meryem’in doğurduğu büyük Peygamber... Yoksa Allahın oğlu değil...

Şu Avrupalı bir nevi zekâ içinde ne muhteşem ahmaktır! Babasız çocuk olmasını muhal görür de din ona bu muhali kabul ettirince bu defa muhallerin muhaline kaçar; yani Allahı baba kabul eder. Ve babasız yaratıldığını kabul ettiği Âdem Peygamber hakkında böyle düşünmez.

Hazret-i İsa’nın Peygamberlikte derecesi dördüncüdür. Birincisi, Allahın Sevgilisi, ikincisi Hazret-i İbrahim, üçüncüsü Hazret-i Musa, dördüncüsü Hazret-i İsa... Nebî üstü resul, hepsi... Resul, yeni bir şeriatle gelendir. Nebî kendinden evvelki resulün şeriatına bağlı, fakat Allahtan vahy alan...

Her resulün karşısında küfrün bir timsali vardır. Hazret-i İbrahim’in karşısında Nemrut, Hazret-i Musa’nın karşısında Firavun, Hazret-i İsa’nın karşısında da Roma... Her resulde olduğu gibi, eritici bir nefes sahibi O... Eritici ve silip süpürücü... Asliyle hak; Kur’ân’ın bize emrettiği şekilde resul; fakat hristiyanlık menbaından alacağımız bilginin hiçbir noktasına mutabık değil... O bir eritici nefes dedik, yanlışı ve kötüyü silen kezzap... Çünkü resul... Bâtılı yıkmaya ve hakkı dikmeye gelmiş resul... Dinini aşağı yukarı nasıl neşrettiğini biliyorsunuz. Ne kadar ufak ve dar bir zümrenin kendisine iltihak ettiğini, orada Hazret-i Musa’ya ihanetle başlayan yahudi dehâsının nasıl Hazret-i İsa mevzuunda da pusu kurduğunu ve bir toplantıda “yarın horoz ötmeden içinizden biri beni ihbar edecek” dediğini... Ve onun da (Juda) adlı bir yahudi olduğunu biliyorsunuz. Oniki havâriyi de... Hazret-i İsa’nın, sakın asılmış falan olduğunu zannetmeyin! O Hristiyanlığın telâkkisidir. Hazret-i İsa çarmıha gerilmemiştir. İlâhî iradeyle semaya ref’edilmiştir. Çarmıha gerilen, ona benzettikleri bir yahudidir; belki de (Juda)... İslâmî ölçü çarmıha gerilme hadisesini böylece tespit eder ve sonradan tahrif edilmiş olan İsevîliğin bu iddiasını kökünden kazır.

Hazret-i İsa’dan sonra dâva oniki havâriye kalıyor. İşte bu havârilerin sadıklarında yükselen soluktur ki, koca Roma İmparatorluğunu yerle bir etmiştir.

Havârilerden doğru yolda gidenlerele tahrifçiler arasında tefrik yapamıyoruz. Elbette Kâinatın Fahrine kadar geçen müddet içinde ve Allahı tenzih kaydiyle hak olan bu dinin birçok velîleri olmak gerekir. Velîleri, şehitleri ve kahramanları... Fakat onları ayıklıyabilmek mümkün değil... “Teslis” dalâletinin ortaya atıldığı ve Son Resûlün bayrağını açtığı andan itibaren Hristiyanlık cephesine ne bir velî, ne de, Allah Resûlünü reddetmeleri bakımından bir mûmin kabul edilemez!..

İsevîlik yerine Hristiyanlık kelimesiyle vasıflandırdığımız ve bu suretle dâvalarını gerçek İsevîlikten ayırdığımız yol, Katolik ismi verilen mezheple başlar. Bu yunanca bir kelime... “Katolikon” umumî din mânasına... Cihanşümul din... Teslis, yani üçleme; baba, oğul ve “Ruhulkudüs” olarak Allah’ı ve İlâhi vahdeti üçe bölen bu mezhep kendisini umumî din kabul eder ve ortodoksluk ve protestanlık yollarına hakaret nazariyle bakar. Halbuki ondan sonraki mezheplerle beraber bizzat kendisi hiçbir bedahet duygusunun kabul edemeyeceği bir abesler manzumesidir.

Katolikliğin kalesi halinde kurulan Roma kilisesi Allahı tenzihte en büyük abese düşer ve abesi tayinde akla en küçük hisseyi vermezken, İslâmın zuhurundan evvel küfür uçurumuna düşmüş ve zuhurdan sonra da gerçek vahdâniyet davetçisini inkâr ederek bu uçurumu büsbütün derinleştirmiştir.

İlâhi varlığı tenzihte sabit kaldıkça, topyekûn zaman ve mekânın Peygamberi zâhir oluncaya kadar hak din olan İsevîliğe ilk tahrif tohumunu kim atmıştır?..

Şüphesiz ki, yahudi...

Ama kim?.. Bizim şüphemiz (Sen Pol) üzerindedir. (Sen Pol) bir yahudidir. Onu biraz yakından görelim: (Sen Pol) ve (Sen Piyer)... İşte katolisizmin ve Roma kilisesinin iki kurucusu... (Sen Piyer) baş kurucu ve ilk papa kabul edilebilir. Papalığın bütün kanunlarını o koymuştur. Fakat tahrif onunla mı başlıyor, bilmiyoruz. Asıl şüphe (Sen Pol) üzerinde... (Sen Pol), asıl ismi (Saul), şahsiyeti ve hayatiyle son derece dikkate değer bir tip... Gayet çirkin bir adam... Küçük, çipil, hummalı, sabit bir noktaya dikili gözler... Felç geçirmişçesine çarpık ve sırıtkan bir ağız... Avrupalının, Batıya (mistik) ruhu aşıladığını kabul ettiği bu adam, İsevîliğin başında ilk mazlumlardan biri olan (Sen Etyen)in idamında sehpanın karşısına geçiyor ve feci manzarayı sonuna kadar seyrediyor. İş bitince de Romalı askerlerin yanına gidip mahkűmun üzerindeki elbiseleri istiyor. Veriyorlar... Hristiyanlığın en büyük azizlerinden bilinen bu adam günün birinde seyahata çıkıyor. Tarsuslu yahudi (Saul) dört beş iklim aşıyor, dağlara çıkıyor, çöllere iniyor, dere tepe düz, gidiyor. Bir gün kuytu bir sahradan geçerken birdenbire güneşin ziyasını kapatan müthiş bir şimşek şulesi karşısında kalıyor. Rivayet onlardan... Yere kapanıyor, “Efendimiz, efendimiz! “ diye haykırıyor. Ve gűya gaipten bir ses geliyor: “Beni incitmekle devam edecek misin?” Bu ses, yine gűya Hazret-i İsa’nın... (Saul) işte o andan başlıyarak yeni bir adam olmuştur. Derhal Hristiyanlığa kapılanıyor, havârilerin kısa zamanda başına geçiyor ve “putperestlerin yola getiricisi” ismi altında harekete koyuluyor.

O zamanlar iki cereyan var Hristiyanlık yolunda... Biri Yunan, Öbürü Yahudilik cereyanı... Bir kısmı Hristiyanlığın kültür bağını Yunan’a çekmeye bakarken, bir kısmı da yahudiliğe doğru çekme gayretinde... Bu cereyanların ikisi de gerçek İsevîliğe zıt... Hele yahudilik cereyanı, getirdiği sahte (mistik) ve bâtıl itikatlar yüzünden büsbütün aykırı... Bu cereyanın bağlıları halis İsevîlere yapmadığı zulüm bırakmıyor.

İşte bu hava içinde (Sen Pol), nam-ı diğer (Saul) Anadolu içinden bir hat çizerek Yunanistan’a ve oradan da Roma’ya gidiyor. Roma’da öldürülecektir. Fakat öyle bir ölüm şekliyle ki, ancak hak yolunda muazzam bir vecd sahibi bir müminin can verişi gibi... Görülüyor ki, (Sen Pol) kendi bâtılına bizzat inanmış vaziyette... Kendisini ayağından asmalarını istiyor. Başı aşağıda, o şekilde can veriyor ve böylece hayatiyle de Batıya aşıladığı sahte (mistik) mânaya misal oluyor.

Batı adamı, (Sen Pol)ün bu haline “Salip cinneti” ismini verir. Gerçekten bir cinnet... Tasavvuf bahsinde göreceğimiz gibi, muvazeneli ve kıvamlı, zaptedilmiş ve murakebe altına alınmış ve herşeyden evvel hak kutbuna bağlı cezbeyle bu cinnetin arasındaki fark sonsuzdur. İslâm tasavvufunun gerçek velîlerince makbul tutulan hal ile bunun arasında bir ters-yüz durumu vardır.

(Sen Pol)ün bir de “tenimizdeki diken, kıymık” diye bir tabiri var.. O da çok uzaktan gördüğü “nefs”e işaret...

Sırası gelmişken söyleyelim ki, “nefs” kelimesi Arapçadan başka hiçbir dilde yok... Bu kelimesinin çerçevelediği mâna, muazzam... Kalbin hakikatini ifade eden nefs ile ruh arasındaki bağ, Allah’a erme dâvasında en ince ukdeyi belirtir ve çözümü sadece ve sadece İslâm tasavvufundadır. (Sen Pol) ise, herşeyde olduğu gibi bu dâvada da işin sahte cephesini temsil etmekte... Ama yanan ve tutuşan bir insan olduğu besbelli... Suriye’den Anadolu’ya, oradan Yunan illerine, oradan da Roma’ya doğru bir orman yangını halinde etrafını yaka yaka ilerliyor. Roma’da (Sen Piyer) ile buluşuyor. Oradaki gerçek ve masum İsevîlerle (katakomp)larda müthiş bir vecd hayatı sürüyorlar ve sonunda asılıyorlar.

Burada derin (nüans-gamıza) var... İsevîlik, topyekûn zaman ve mekânın Peygamberine kadar hak din... Fakat Allah’ı tenzihte dalâlet ve felâkete düşmemek şartiyle... Kâinatın Efendisinden sonra ise topyekûn bâtıl... O devirde henüz Son Resûlün çağına 5-6 asırlık bir mesafe bulunduğu için, dalâlet ancak Allah’ı tenzih bahsinde olabilirdi ki, işte bu yüzden yahudi parmağının oynadığı rolü (Sen Pol)e bağlamakta kendimize bir şüphe hakkı tanıyoruz. Yoksa katiyetle tespit ediyoruz ki, Allah’ı tenzihte hataya düşmeksizin, yani babasız hak peygamber Hazret-i İsa’ya tam bağlılık içinde olanlar o devirde hak dinin halis velîleridir. Bu noktayı nazara alarak umumî bir kıymet hükmü içinde havârilerin kıymet hükmü içinde havârilerin hakikatlerini Allah’a havale etmek lâzımdır.

O devirde İsevîlik vecdi o kadar derindi ki, (plâstik) ve dışa bağlı Romalının ruhu tamamiyle içe dönmüş ve benliği bu vecd içinde erimiş bulunuyordu. Meselâ putperestlerce hesaba çekilen bir Romalı; “kimsin, nesin, nerelisin, ne düşünüyorsun?” sualine “ben bir İsevîyim!” cevabından başka bir karşılık vermiyor ve seve seve arslanların dişlerine atılıyordu. Ammâ ki, bu ilk masumların başlarında (Sen Pol) ve (Sen Piyer) gibilerin telkinleri, İsevîliğin ilk tahrif hareketi olarak acaba ne gibi bir yön gösteriyordu? Tespiti zor...

(Sen Pol) için “Hristiyanlığa mistik buudu getiren insan!” diyen Batı adamı, böylece nisbet iddia ettiği Peygamberi küçülttüğünün ve herşeyi, vahdâniyet bayraktarı büyük Resûl’den koparıp belki bir tahrifçiye bağladığının farkında değildir.

(Sen Piyer)e gelince, hakkında fazla bir şey tesbit edemiyoruz. O, Roma kilisesini kuran havâri... Fakat (Katolik) mektebinin ilk tahrif kitabıyatını düzenleyen o mudur, bilmiyoruz. Şüphe, (Sen Piyer)den ziyade (Sen Pol) üzerindedir. Bunu tekrarlayalım...

İsevîlik nefesi bu haliyle bile koca imparatorluğu silip süpürüverdi. Dış kabartmalariyle eşyayı nakış nakış yontan, plâstiği, estetiği ve (lejyon)lariyle dalga dalga gelen insan selini hayal edin! Nasıl da köpük köpük eriyiverdi.

Her tarafı yalayıp geçen ve bütün bir madde dünyasını kökünden kurutuveren bir nefes, ruhun şehametinden müthiş bir misal... Eski Yunan, Roma’nın sömürgesi olmuşken ve o güne göre madde marifetlerinin hepsi Romalının elinde toplanmışken bir anda o sımsıkı yumruk çözüldü ve bütün madde marifetleri toprağa serildi.

İşte bu (atmosfer) içinde Batının asırlarca süren bir dehlize girdiğini görüyoruz. Kapkaranlık bir dehliz...

Bâtıl da olsa bir oluş yıkılmıştır, (plâstik) dünya sönmüştür. Bu oluş, İsevîliğin tahrifçisi ve dünya hayatının tahripçisi bir müessise olarak yığınları kapkaranlık bir dehlize sürmüştür. Kuru akıl ve madde fütühatı devrinin yapma çiçekleri dökülmüş, ama gerçek ürüne yol açılmamıştır. Hak Peygamber Hazret-i İsa’nın hak dini, daha ilk safhalarda tahrife uğratılmıştır.

Artık, Orta Çağ isimli bu dehlizin içinde papazların, selim akıl ve bedahet duygusunu bile köstekleyici yobazlık devri başlar. Orta Çağı bu teşhis belirtebilir. Kısa zamanda öyle bir papaz tipi meydana gelmiştir ki, bedahet halindeki gerçekleri göz göre göre iptal etmek sevdasındadır. Orta Çağ boyunca kilisenin bu gidişini İsevîliğe en büyük hıyanet bilmek gerekir. Papaz tipi, insanı sanki – hâşâ – Allah adına yargılayan (otorite) isimli bir yetki temsil eder. İnsanı diz üstü yere çöktürür, günahlarını söyletir ve sonra bağışlandığını bildirir. Cennette arsa satar, Allah adına bir murahhas edasiyle hükümler savurur, aklın her türlü arayıcılık melekesini küfürle suçlandırır!.. Kürenin döndüğü, yıldızların deveranı, (Kopernik) buluşları hep İncil’e aykırı kabûl edilir.

Bir de bütün bu bedihî saçmalıklara karşılık Kur’ân’daki münezzeh ifadeyi düşünün!

Karanlık dehlizin sonlarına doğru kilise (engizisyon) isimli mahkemesini de kurdu ve aklın baş gösterdiği her yerde bu başı koparmaya memur cellâtlarını teşkilâtlandırdı. O kadar ki, inkârına tâkat getirilemez olan hakikatleri bile dile getirenleri, iddialarını inkâr ve sözlerini geri almaya zorladı. (Galile)ye “dünya dönmüyor!” dedirtmeye kadar varan fikrî zulüm bütün insanlığın malûmu...

Bu arada tam da kilise yararına jandarmalık edecek olan (feodalite-derebeylik) ocağı...

Bu müessise, olanca şakavet selâhiyetini kiliseden alır ve onun vicdan haczine memur zabıtası rolünü oynar. Derebeyi guruplarının bağlı olduğu krallar da aynı yoldadır ve papaların eşiği üzerinde yalnayak ve başı kabak, af dileme durumunda...

İşte kendileri için:

-Allah’tan çok çok küçük, insanlardansa, çok çok büyük!

Düsturunu koyan papaların (otorite) sistemi...

Asırlarca gider bu iş... Bunun böyle gidebilmesi için de bir fikriyata ihtiyaç vardır. (Skolâstik)... Bizim, ceplerde kaybedilmiş güneşimizin zavallı imansızları, (Skolâstik) kelimesini Medrese hakkında kullanırlar. Beyinsizler!.. Meselâ konuşurken “bırak bu (Skolâstik) lâfları!” diye sözü kesmeye çalışırlar... “Gel, bana skolâstiği anlat!” deseniz hiçbir şey söyleyemezler... Kısaca (Skolâstik) işte bu abesler manzumesine (Aristo) mantığını katarak meydana getirilmiş müessisedir. Onun da kurucusu (Sen Toma)... 13. Asır... (Sen Toma), tuttu, (Aristo) diyalektiğini aldı, Hristiyanlığa yamadı. (Aristo) korkunç adam... Maddeye hâkimiyette hünerli... Ve kendi mantığına bir ilk mütarefe bağlıyarak ve devamını gayet ileri götürerek o diyalektik üzerinde bir mektep kuruyor (Sen Toma)... Ondan sonra insana düşünme ve muhakeme imkânı bırakmıyor. Kiliseye gitmek, günah çıkartmak... Papanın gönlünce hak ve irade... Kadın almak ve vermek... Papa her şeyin mümessili... Aforoz müessisesi gibi gayet kuvvetli bir silâh var elinde... Krallar dahi aforoz korkusiyle papadan mağrifet dileniyorlar.

·

Şimdi (Rönesans)...

(Yeniden doğuş – Rönesans) “hümanist”lerle başlar işe... Burası Batının en mühim dönüm noktası... “Ümen” insanî demek olduğuna göre “Ümanist” ne olsa gerek? Bizde herşey satıhtan devşirme olduğu için bunlara “insaniyetçiler” denilir. Halbuki “ümanist” Eski Yunan ve lâtin metinlerini toplıyanlar demektir. Gayeleri insanî olduğu için “ümanist”tirler.

(Ümanizm) i Batıya hediye edenler de Araplardır, İslâmdır. İslâm medeniyetinin bütün ufuklara hâkim eseri... Zira Araplardır ki, Eski Yunan ve Lâtin eserlerini Arapçaya tercüme etmişler, onları kaybolmaktan kurtarmışlardır. (Aristo)yu, (Eflâtun)u tetkik etmiş, “İlm-i kelam”ı kurmuşlardır. Hepsi gözden geçirilmiş ve Yunan tam mânasiyle süzülmüştür. (Skolâstik)ten asırlarca sonra yeni fikirler Batıya gelir. Vasıta Arapçadır. Arapça ile münasebet esnasındadır ki, Fransızca Arapçanın tesiri altında kalır ve ondan birçok kelime alır. Meselâ (amiral – emîrülmâ), (alşimi – el’kimya) ... Ne yazık ki, Doğu’da hiçbir mütefekkir bu hakikatleri belirterek Batıya pes ettirici bir fikriyat yuğurmamıştır.

Ben bahsettiğim o mütefekkirin gölgesinin kırıntısının kırıntısı olmaya çalışıyorum. Kendime bir pay çıkardığım zehabı uyanmasın zihinlerde... Böyle bir mütefekkir şimdiye kadar gelmemiştir ve bundan sonra da gelmesi gayet güçtür.

İmam-ı Gazalî ve benzerlerinin kendi zaman ve mekânlarında en zengin çapta ödedikleri bu mütefekkir borcunu asrımıza tatbik etmekle mükellefiz... Büyük marifet bunda...

(Ümanist) ler içinde iki mühim adam var... Bir tanesi İtalyan Kardinal (Bembo), öbürü de Fransız (Rable) ... Birincisi, Kardinal olduğu halde kilisesinin üstüne çıkmaya doğru cereyan açar...

(Ümanist)lerin faaliyetlerinden sonra meydana birdenbire şu mütefekkirler çıkar: (Servetüs) İspanyol, (Bruno) İtalyan, (Kampenellâ) İtalyan, (Vanini) İtalyan... Biraz sonra da (Lűter) Alman, (Kalven) Fransız...

(Servetüs) bir İspanyoldur. Ateşte yakılanlardan bir doktor... (Kristiyanizmi Restitudyo) Lâtince ilk eseri... “Hristiyanlıkta ıslah hareketi”... Sonra meşhur eseri (Tritatis Erolis – Teslisin Tashihi) ...

Artık kimsenin muhal ifade edici uydurmaları yutmak ihtimali kalmamış gibidir. Hâşâ, münezzeh Allahın bir oğlu olsun, oğlunu sağında oturtsun, filân, falan... “Ruhulkudüs – oğul – baba” itikadı; mahut “teslis – üçleme”... Yani bir nev’i hulûl itikadı... Hâşâ, Allah insana hulûl etsin!.. Hulûlün, yine hâşâ, timsali onlarca Hazret-i İsa’dır.

İşte bu adamlar, (Servetüs) ve arkasından gelecek olanlar, bu abeslere karşı, kaybolan, o, kendilerine göre ışıklı dünyanın ilk talipleri, arayıcılarıdır. Birden, derhal kilisenin karşısına dikilirler. Ve eserlerini ona göre yazarlar.

O devirde bir büyük hadise var!.. (Kopernik) sistemi meselesi... (Kopernik) isimli müsbet bilgi adamı çok açık ve vazıh delillerle dünyanın döndüğünü ve güneş manzumesi isimli sistemini ortaya koymuştur. Ama neler çekmiştir bu adam!.. (Servetüs) ilk defa bunun müdafaası ile işe girer. Böyle bir fikir kilisece katiyen yasaktır. Uzun boylu bir macerası var. Nihayet engizisyon ve yıkılış... Ondan daha mühimi (Bruno)dur. (Cordano Bruno)... (Bruno) yine 16. Asırdan... Büyük kafa ve sanatkâr mizaç... Aklî tenkitçidir ve (skolâstik)in şiddetli düşmanıdır. Yani aparma (Aristoteizm)in, yani uydurma akılcılığın en büyük düşmanı... Şiirle karışık büyük eserler yazar. Aklın, hakkı içinde idamını isteyen, yani akılla akılcı olmayan bir (mistik) mizaç ifade eder. Aklın ilk haklarını ister. (Kopernik) ve tecrübe metodu ana dâvası... Şiirleri derin ve hummâlı... Hattâ (Şekspir)in “Fırtına” ve “Hamlet” isimli eserlerindeki büyük (melânkoli)yi harikulâde bir tarzda terennnüm etmiş adamdır (Bruno)...

Bu adamı da yakılmaya mahkûm ederler; tam yanarken salibi uzatırlar, eliyle iter haçı (putu) ve hâkimlere bağırır: “Ben ölmekten korkmuyorum, siz bana bu cezayı verirken benden daha büyük bir korku içindesiniz!”... Tarihte çok meşhurdur bu söz... Ne güzel söz! Keşke gerçek iman dâvasında bunu söyliyebilenler olsa... (Bruno) böylece gider. Dikkat edin; hepsinde karakter tektir. Kiliseye, abeslere karşı aklın ilk haklarını almak direnişi...

Bundan sonra (Kampenellâ) geliyor. Ona ilk komünist derler komünistler... “Güneş Beldesi” adlı meşhur eseri, dayanaklarıdır.

Evet, (Kampenellâ)... Basit kafasiyle, insan haklarının dürüst dağıtıldığı bir cemiyet hayal eder. “Güneş Memleketi” adını verdiği eserinde... 20. Asrın maddeci kafası onu hemen markalar: “Gel beri, ilk komünist!” (Kampenellâ) dan çok önce gelen Şeyh Bedrettin Simavî (Simavna Kadısı) için de, satıh istismarcıları aynı şeyi yapmışlar ve onu komünizmanın öncülerinden saymışlardır. Nâzım Hikmet onun için bir destan yazmıştır. Halbuki Şeyh Bedreddin’in dalâleti apayrı bir sahadadır.

İnsanoğlu malûm ve umumiyetle kolaya, kolay anlaşılmaya, dış mantık oyunlarına mahkûm... (Kampanellâ) da kilisenin sâf aklı ezici cinayetini anlamış olmasına rağmen, aklın aslını ve künhünü anlayamamış, “kolaycı”lardan olmuş, bâtıl’ın bâtılla kavgasında satıh üstü kalmıştır. Küçük ve dış görünüşlere takılı cüce idrak... (Vanini) keza...

Bir müddet sonra (Lûter) peydah olur. (Marten Lûter)... Alman Protestanlığının kurucusu... İşte (Rönesans)ın hristiyanlık sahasında (filozofik) fikir cephesi...

(Rönesans)ın bir sanat, bir de fikir cephesi var... Bir (Mikelanj)ı, bir (Leonardo Davinçi) yi ele alın; muazzam adamlar... Kiliseye karşı olan (Rönesans) kilisede yalnız vecdi ve hassasiyeti geliştirmeye bakar. Bir de (Bazilik dö Sen Piyer – Sen Piyer Kilisesinin kubbe altı tezyinatı), düşünün ne eserdir! (Mikelanj) buraya otuz sene emek sarfeder. Öyle ki, bir akşam çizmesini çektikleri zaman derisi beraber çıkacak kadar ayağına yapışmıştır. Ne türlü vecd içinde çalıştığına dikkat edin! Resimlerinin çoğu dinîdir. Uydurma, o başka... Heykelleri dinîdir. Hep o vecd... Papazların aleyhinde bir hareket ama bu ismi koymadan... Her şeyi yine dinden bekliyen bir hareket... Dinsizlik hareketi değildir kendilerine göre... Yani dinden birçok aklî abesleri koparıp bir hassasiyet elde etmeye Romalının kendi vahidine ilâve etmeye doğru bir cereyan... Çifte vâhid, Yunanla Roma... (Fikirde Yunan, + Nizamda Roma, + hristiyanlık hassasiyeti = Greko-Lâtin Medeniyeti...) Bugünkü (Greko-Lâtin) medeniyetinin kimya formülü budur!.. Başta da kaydettik.

(Sen Pol) ve (Sen Piyer) den sonra (Skolâstik) ile gelip (Rönesans) hareketiyle aklını ve hıncını bulan hamlenin biraz sonra (Lûter) ve (Kalven) le dini islah etmek üzere bir hamlesi olsu. (Lûter), bu Alman mütefekkiri derhal sapıklıkları protesto etti. Evvelâ rahipte günah çıkarma selâhiyetinin bütün abeslerini protesto... Dikkat olunursa bu, dinin abeslerini ayıklama hareketi... Bu, aynı zamanda İslâmiyete bir yaklaşma rotası... Teşhisimizin özü şurada: (Lûter) bu hareketlerine girişirken devir 16. Asır... Bizim haşmet ve taarruz devrimiz... Bu zamanda biz oralara fikir misyonerlerimizi göndermiş olsaydık bir anda İslâmiyet hazırdı Batıda... Çünkü tam bulmuştu pundunu, zamanını, mekânını...

“Olamaz!” diyor “bu saçmalık olamaz!” kilisenin yetiştirdiği fikir adamı... Al sana, fırsat!.. İslâmiyet hakikî din öyleyse!.. Yalnız kılıç tek başına kâr etmez!.. İşte kılıç fikirle beraber gitmezse böyle olur. Fikir zaafımız çok devamlı olmuştur. (Lûter), protestanlıkla İslâmiyete, Hristiyanlık kalesinden bir gedik açmıştır.

Bütün bunlar (reform) namı altında toplanır. İkinci protestan da (Kalven) dir. İsviçre’de bir hayalî cumhuriyet tasarlar. (Lûter) den daha ileri gider. Bütün merasimi, ekmeği ve şarabı reddeder, ananeyi reddeder. Bu arada kaderi de reddeder. “Böyle bir şey yoktur!” der. Anlıyorsunuz; erimiş, bitmiş, bir türlü rehberini bulamıyan bir cemiyet... Bu ikisi de (Rönesans) da dini içinden kurtarma çabalayıcıları... Fakat kendisine (Relijyon Katolik Apostolik Romen) diyen katolik müessisesi hâkimdir Batıya... Bütün bunlara ve engizisyonun türlü işkencesine rağmen Batılının ruhundan çözülüp gitmesi mümkün olmıyan bir müessisedir o... Böylece (Rönesans) 16. Asırda Hristiyanlığı tam bir tökezlemeye uğrattığı halde bu vasiyet bizde gözden kaçırılmış ve madde kudretimizin yanına ruh gücümüz katılamamıştır. (Rönesans) kapıyı açmış fakat biz içeriye dalamamışız...

(Rönesans) tam kıvamını bulduktan sonra, 17. Asırda Batıyı millet millet sarmaya başlar...

Şimdi (Rönesans) üzerinde umumî kıymet hükmümüzü koyalım:

Tahrif edilmiş İsa dininin gömdüğü akla karşı insanî fakültelerin her sahada ayaklanma, eski serbest insanı arama ve Hristiyanlığı içinden islaha çalışma, kısaca hurafeye karşı aklın intikamını alma hareketi...

Şimdi 17. Asra gelelim: Bu Asırdan itibaren Rönesansın getirdiği (espri) Avrupa’yı kol kol sarmaktadır. İlk (tipik) zuhuru İngiltere’de görüyoruz. Meşhur filozof (Beykın) ...

(Beykın) 17. Asrın başındadır. İngilizdir. O da (Ümanist) ler gibi Skolâstiğin, Aristo mantığı ile takviye edilmiş kilise fikriyatının düşmanı... Fikir hürriyeti ve ilmin, dinî (otorite) dışı olması esasının müdafii... Kat’i istiklâlci...

Burada küçük bir istidrat yapalım: Meşhur (Şekspir), İngiliz tiyatro muharriri ve şairi... (Şekspir) isminde birinin yaşayıp yaşamadığı hususunda büyük münakaşalar olmuştur. (Beykın)la aynı asırdan olduğu için bunun (Beykın) olduğu zannedilir. Çünkü (Şekspir) de öyle büyük hikmetler ve fikirler vardır ki, anlatıldığı gibi, tiyatro önünde arabaların kapısını açarak veya tiyatroda perdecilik ederek hayatını sağlıyan bir serseriye yakıştırılamaz. Bir aralık İngiltere’de dünyanın en büyük meselesi oldu bu...

İngilizler (Şekspir)i çok üstün görürler. Bir İngiliz nâzırı, “bize müstemlekelerinizden mi, (Şekspir)den mi, vazgeçersiniz diye sorsalar tereddütsüz vereceğimiz cevap şudur: Bütün müstemlekelerimizi feda ederiz de (Şekspir)den vazgeçmeyiz!”

Kendisi mi, (Beykın) mı, ayrı mesele!.. Yalnız (Beykın)ı çok andırır; (Beykın) felsefesinin şiirini, sanatını belirtir. (Beykın) sistem iddiacısı, büyük felsefe çapında en ileri merhaleden değildir. Yalnız akıl istiklâlcisi olarak 17. Asrın başında İngiliz fikriyatını mühürler.

Ondan sonra (Spinoza) geliyor. Bir Yahudi... Yahudinin iç karakteri icabı fikriyatının birçok cephesinde, yapıcı, yıkıcı, yıktığını yapıcı, yaptığını yıkıcı rolde... Bunları ileride tek tek göreceğiz. (Spinoza), Hollandalı Yahudi, o da 17. Asrın başında, o da dinî (rasyonalizm) müdafii.. (Rasyonalizm) akılcılıktır. Akıl insanda birleşen ruh ve maddeden ibaret dünyanın anahtarı... Bir nev’i (panteizm)e doğru gidiyor. Ve “cebreyici”... İslâmdaki bâtıl mezheplerden birisi olan cebriyeci kafa... İnsan, mukadder fiilini icraya mecbur... Bir sözü var... Bu söz şayet hak kutbunda söylenseydi çok yerinde olurdu.

Diyor ki:

“- Haydi ben işlediğim fiili işlemekte veya işlememekte hür olayım, fakat acaba istediğimi istemekte hür müyüm?”

Bu büyük bir tecrit kuvveti... Yalnız bunu İslâmî hikmetlere bağlamak ve o yolda söylemek icab ederken bir cebriye fikri etrafında varıyor bu hükme...

(Spinoza)dan sonra Onyedinci Asırda en enteresan kafa (Dekart) tır. Fransız... Tahlilî Hendeseyi kurdu. İlmî çalışmalarında materyalist, metafizikte idealist... Skolâstiği yıktı ve akla yepyeni bir istikamet verdi. O zamana kadar görülen (Skolâstik) aleyhdarları skolâstiği yıkabilmiş değildi. (Dekart) yıktı. Meşhur eseri “Usul Hakkında Nutuk”dur. İşte bununla skolâstiği kökünden harap etti. Ve kiliseye bağlı yeni bir akıl metodu getirdi. Bu bakımdan (Dekart)ın açtığı mektep büyüktür. Şiddetli hristiyan, fakat (skolâstik) metodu ile değil...

(Rönesans) içinde aklın istiklâlini arayan cereyan bu defa akla dayanarak, yine kiliseye mütemayil bir (ekol) kuruyor. Bunun davası şu: Akılla inanmak... Aklın inanma usulünü bulmak... O âna kadar da her sahada bilgiyi terkedip aklı bomboş hale getirmek ve onun işleme metodu içinde bulacağı hedeflere akılla yönelmek ve akıl içinden bir merhale olarak kiliseye varmak...

Hiç yorum yok: