13 Mayıs 2007 Pazar

BATI TEFEKKÜRÜ -2

Varlık yokluk hakkında meşhur bir sözü var (Dekart)ın: "Mademki düşünüyorum, öyleyse varım!"

Buna bir nev'i tahkikçi iman yolu da diyebiliriz.

(Dekart)ın yanı başında, bütün Batının en büyük kafa telâkki ettiği (Paskal) vardır. Birbiri ile yanyana dururlar. Ve birbirlerini idrak etmişlerdir. (Paskal) üzerinde biraz duracağız. Bu adam evvelâ zekânın insanı tahrip edecek kadar üstün inkişafını ifade etmiş bir idrak... Marazî zekâ... Dokuz yaşında riyazî kanunlar keşfetmiştir. Bugün hâlâ çürütülememiş birtakım münhanî (eğri) kanunları... Gitgide zekâyı ve sâf tefekkürü o hale getirmiş bir insan ki, artık zekânın kıymığı beynine batmıştır, aklın son merhalesinde... Büyük bir buhran geçirir. Size (Sokrat)tan bahsederken onun bir (vizyon) gördüğünü söylememiştim. (Sokrat)ın gözü önüne bir ışık gelirdi ve fikirlerini o ışıkla imtihan ederdi. Bir gece evinde buhran esnasında büyük bir ışık görüyor. (Sen Pol)a atfedilen rivayetler gibi bir şey... Ve kapanıyor yere... Hudutsuza kadar gitmiş aklın son hududunun kendi aczi olduğunu, gaibin aklını tırmaladığını görüyor ve (hani ölüm tehlikesi yazılı elektrik direkleri vardır ya, onun gibi) gaibin elektrik teline dokunan bir kademeye geliyor aklı; ve öyle bir cereyana kapılıyor ki, kendisinden geçiyor ve “artık akılla olmaz!” hükmünü veriyor.

Müthiş bir merhaleye varmış olan adam... Bu bakımdan o, bizim tasavvufumuzun kafa buhranı üzerinde birçok kaidelerine yaklaşan bir insandır. Bir insan rehbersiz kalırsa, tamamiyle itikatsiz, dayanıksız, mesnetsiz kalırsa, münhasır akılla nereye kadar gidebilir? Denebilir ki, (Paskal)ın gittiği yere kadar gidebilir. Ve insan orada mahvolur. (paskal) ondan sonra (Port Ruayal) isimli bir nev’i manastıra çekiliyor ve ömrü boyunca orada, kendince ibadet ve eser yazmakla uğraşıyor.

(Paskal)ın mücerret akılla vardığı son nokta şudur: “Bana Allah gerek; filozofların anladığı mânada değil, haberini peygamberlerin getirdiği Allah...” Ve başlıyor saymaya: “Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa’nın haber getirdiği...” Orada kalıyor zavallı... Oraya kadar gelir akıl, rehbersiz kalınca...

(Paskal) –tasavvufta, adem ve vücut bahsinde göreceksiniz- ademin, yokluğun –birçok insanı kül eden nokta budur- helâk ettiği ve tam varlığa geçmek üzereyken varlığın gerçek temsilcisini bulamamak yüzünden tekrar yuttuğu en büyük kafalardan bir tanesidir.

Belki bundan üstün bir buhranı derin müslüman İmam-ı Gazalî Hazretleri çekti ve o, ademden tam vücuda geçti. Onu tasavvuf bahsinde göreceğiz. Fakat o hem çıkış, hem varış noktasından üstün bir nasibe malikti. İnsanda derin bir acıdır bu... (Paskal) nev’inden hristiyanları görmek ve onları tam da iskeleye yanaşmışken tek adım daha atamamak yüzünden, son vapuru kaçırdıklarına şahit olmak... Bir tanesi de bunların, meşhur şair (Rembo)dur. 19. Asır fesefesinde göreceğiz. (Rembo) ve (Bodler)... (Rembo) mücerret fikri o hale getirmiştir ki, ilâhî azameti her noktada görür olmuştu. “En küçük bir teşbih yapsam çıldıracağım; o hale geldim” diye bir notu vardır. Bırakıyor edebiyatı, bir coğrafya cemiyetine âza oluyor, Afrika’ya geçiyor. Bir tek kelime mecaz, teşbih, istiâre kullanmadan kuru kuru raporlar veriyor. “Güneş battı, yağmur yağdı, şu oldu, bu oldu” gibi... Ve sonra otuzsekiz yaşlarında bir hastalığa tutuluyor, Marsilya’da ölüyor. Ölürken son sözü şudur: “Allah Kerim...” Aynen böyle... Zira Afrika’da araplarla teması olmuş, bu kadarını öğrenmiş... Evet, “Allah Kerim” deyip ölüyor. Bir sözü, var... Bu söz ayarında bir söze az rastladım ben hayatımda: “La vrais vie est apsante-Hakikî hayat nâmevcuttur!” Olmadı! (Apsante) nâmevcut demek değil... Olup da olmayan... Bütün bu hayatın (Rembo)ya verdiği his şudur: “Var” burada değil; burası, bir olanın işareti; ama o burada değil... (Paskal)ın da buna yakın bir sözü var. Pek basit, çok derin.. Sözdeki derinlik, tumturaklı olmaktan uzak olduğu, tabiîleştiği; kendi kendine içten geldiği vakit tecelli eder. Süslenen ve âlâyişli giyenen bir kadında olduğu gibi değil de, tabiî çizgileri içinde görünen bir kadın gibi...

(Paskal) diyor ki:

"-Nous mourrons seul-Yapayalnız ölürüz!”...

Bu basit sözün ruhundaki derinlik hudutsuz... Öleceğimiz anda saniye ve sâlise hesabiyle bütün insanlık bizimle beraber ölse yine her fert tek başına ve yapayalnız ölür. Bütün insanlığı bir havana doldursalar da bir darbede ezseler yine her unsur tek başına ve yapayalnız ölür. Bu büyük yalnızlığı Yunus Emre de ne güzel duymuş ve duyurmuştur:

Bir garip öldü diyeler,

Üç günden sonra duyalar,

Soğuk su ile yuyalar,

Şöyle garip benceleyin...

Yine Yunus’tan:

Meğer ki gökte yıldızım,

Ola garip benceleyin...

(Paskal) hakkında bir teşhisimiz daha var: Kaba aklı tahripte en üstün Batı fikircilerinden daha derin ve güçlü İmam-ı Gazalî Hazretleri müstesna, aklın, kumarda kâğıt çalarcasına hilelerini en iyi enseleyen (Paskal) diyor ki:

“Bir sözün gelişinden, gelişiminden, kazarâ araya sıkışan bir kelimeden, bir tertipleme zaafından mânalar çıkarıp ve sahte nispetler kurup mantık perendebazlığı yapanlar, bir binada tenazura uygun düşsün diye sahte pencere açanlara benzer.”

Evet; rastlamamışsınızdır: Bazı yapılarda böyle sahte pencereler vardır. Pencere şeklinde bir çerçeve; fakat içi tuğlayla örülü ve tıkalı... (paskal) yalancı mantığın sefaletini bu benzetişle ne güzel ixah ve (demagog) tipini bütün iç yüziyle ne hoş tespit ediyor! Aklı, kendi kendisini tahrip noktasına dek götüren, her şeyi ruhî seziş melekesine bağlayan, fakat peygamber rehberliğinden yoksun olduğu için “müntehâ” noktasına varamayan, beyninde koskocaman bir urla ölen (Paskal), o kadar yaklaştığı ruhî feyze avuç açamamış, çünkü gerçek din menbaını bulamamış olarak, akıl bîçareliğinin yaftacısı ve acıklı bir örneğidir.

(Paskal)dan sonra (Malbranş) geliyor. Yine “Fransız... “Hakikatin Aranması” isimli eserin müellifi... İdealist metafizikçi... Eflâtun ve (Aristo) arası İskenderiye mektebi tarzında bir vecdi müdafaa ediyor.

Büyük atlama taşlarıdır bunlar Batının... Karakteristiğini verdikten sonra bazılarının üzerinde çok az duruyorum. Bunların büyük insanlar olduğunu kabűl etmek lâzım... Büyük meselelerin insanları... (Malbranş) böyle bir vecdin müdafii... Ve bu arada da bu vecdle (hâşâ) Allah’la ittihadın mümkün olacağına inanmış... İşte sapıtma noktası!.. (Malbranş)a çok istinad edenler olmasına rağmen onun merhale aşıcı bir ufku yok...

Arada, ilimleri sınıflandırma, kıyaslama ve tecrübeye bağlama metodunu getiren bir İngiliz...

Ondan sonra Almanya’ya atlıyoruz. 17. Asırda (Lâypniç)... Bu da (Paskal) gibi bir zekâ; fakat ondan çok eksik... Çok genç yaşında darp (çarpı) makinesinin mucidi... Yani ilk hesap makinesinin... O şu fikrî esasa dayanıyor: Hiçbir makine, (elektronik) beyin), şu, bu, insan fiilinin en ahmağının dahi mukallidi olmak iktidarında değildir. Fakat fikre ait bazı hesapları maddenin hesaplariyle (teorem) haline getirdiniz mi, oradan bir prensip bulabilirsiniz. Bu, darp prensibini maddeye tatbik etme esasını keşfeden ilk adam... Şimdi tabiî bu esas etrafında makineler yapılıyor. Bu adam aynı zamanda mezhepleri barıştırmak dâvasında... Yani, (katolisizm)le protestanlığı... Fakat muvaffak olamıyor. Ve meşhur (monad) nazariyesinin sahibi... (Monedoloji dö lâypniç)... (Monad) eşya ve hadiselerde bölünmez bir vâhid görmek fikri... Bu ne mücerret, ne müşahhas... O, bölünmez vâhide tam gitse onun ne olduğunu görecek... Eşyada “vahdet-i vücud”a doğru bir bölünmez vâhid prensibi görmeye başlıyor; fakat bu bölünmez vâhid kendisiyle eşya arasında bir (mistik) olarak kalıyor. Bir sisteme geçemiyor. Hayat ile tabiatın tek prensibi onca (Monad)dır. Büyük idealist... fakat bu bölünmez vâhidin bütün eşya ve ruha şamil üstün esası nedir? Bu (Lâypniç)de bulunmaz. Yarı yolda kalmış adam...

17. Asra baktığımız zaman ne görüyoruz?

17. Asrın karakteri akılda ilerleme... ve bu arada akılla iman arası çırpınma ve bir ruh muvazenesi arama teşebbüsü, tecrübesi... Yani (Rönesans)dan çok hisse almış, ama Hristiyanlıktan da vazgeçmiyor. İkisi arası bir felsefe... Tam bir (reaksiyon) ve patlama yok... Bu patlama 18. Asırda oluyor.

Şimdi karşımızda (Volter) denilen meşhur dinsiz var. “Fransız İnkılâbı” konferansımı hatırlayanlar (Volter)i fikrî cepheden görecekler...

(Volter)... Bu bahis üzerinde ne kadar dursak yeridir. Çünkü (Volter) değil de onun milyonda bir mukallidi veya eksiği olarak, ortalık, sokaklar, kürsüler, özenti (Volter)lerle doludur günümüzde.. ama hangi çapta; söyledik. (Volter) muhteşem bir satıhçıdır; usta bir kolaycı... Kelimeye iyi dikkat edin, bunlar benim infialî hükümlerim değildir; (idealist) Avrupa felsefesinin kondurduğu değişmez ölçüler... (Volter), espri, tekerleme ve zihin zerafeti hududunu aşmayan inkâr psikolojisinin elebaşlarından bir tanesidir. Topyekûn münkir... Ve inkârını hiçbir sisteme dayamaz. Küçük meselelere, pratik dâvalar, dıştan görüşlere ve kolayına getirmelere el atar. (Volter)in dünyası bir çıkartma kâğıdıdır.

Kolayına getirme... Bu tabiri şâmil bir dalâlete malik görüyorum.

Tasavvufta bir ölçü vardır: “Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.” diye... Bu tabirdeki gizlilik ve anlaşılmazlığın sezilebilmesi için, kafa denilen odunu şeffaf bir zar kadar inceltmeli... (paskal) misalinde olduğu üzere...

Evet, o kadar zâhirdir ki, Allah zuhurundaki şiddetten gaiptir. Güneşin, tepe noktasındayken ona bakanın gözünü kamaştırması ve onu hiçbir şey göremez hale getirmesi gibi...

Halbuki bir inkârcıya sorarsan “nerde, nasıl, gözümle görmeliyim ki inanayım!” der. Gösteremeyince de dış hesap mantığına göre münkir gûya galip çıkar, mümin ise mağlûp...

Kolayına getirici mantık oyunu diye böylesini görüyoruz.

Bir de Bektaşî mizacı var ki o, taşıdığı (espri) gücü bakımından deminki huşunetli inkâr diyalektiğinden daha zehirli... Şöyle:

Bektaşî vaaz dinlemektedir. Hoca, iki büklüm, kürsüsünde ve Allah’ı tenzih yolunda, ter dökerek gayret sarfetmekte... Hoca bu mevzuda, Kelâm İlminden devşirdiği kadarını bilir ve sığ kalmaktan kurtulamaz. Çilesini çekmediği klişe bilgiler üzerinde kalır.

Der ki:

“-Allah bütün eksik sıfatlardan münezzehtir. Bu sıfatlardan hiçbiri kendisinde yok... Zamandan, mekândan, istikâmetten, şekilden, her şeyden münezzeh...”

Hocanın, kaba idrake hitap edici, fakat gayet doğru ve gerçek sözlerine karşı bektaşî dudaklarını oynatır ve mührünü basar:

“-Evirip çevireceğine, kıvranıp terleyeceğine, şuna büsbütütn yok de de kurtul!”

İşte bu mizacın allâme kılıklı (protatipik), baş örneklerinden biridir (Volter)... Böylesine mizaçlar, yarı okumuş, binaenaleyh tam cahil kalabalıklarda kendilerine hayli tarftar bulurlar.

(Rönesans) tan sonraki akılcı cereyan, sakat mantığın, ayrı bir sakata, kiliseye baş kaldırması, bir bâtılın, kendinden daha bâtıl bir hedefe yol açması şeklinde yorumlanabilir. Aklın kaatili kiliseden kopup aklın savunucusu olmaya geçiş, kilisenin abesini görerek ve onu düzeltmeye çalışarak değil, onun inandığını ve inandırmaya baktığını gerçek itikad zannederek olmuştur. Arada, krallıkta tecelli edici ve kilisece takviyeli mutlak (otorite) eziciliğine isyan zemininin açılması da bu yüzden...

İşte (Volter) nâdir bir dış mantık hokkabazı olarak bu zemin üzerinde yetişmiş ve aynı zeminin yetişmekte olan benzer örnekleriyle, meşhur (Ansiklopedi) çevresinde el ele vermiştir.

(Ansiklopedi)nin tesiri büyük olmuştur. Maddeci ve tam inkârcı...

Ben her zaman söylerim; müslümanlığa zıt insanlar da nev’i nev’idir. Bir kısmı müsamahacı ve lâkayttır. Yukarı katta anası namaz kılar. “Kılarsa kılar” der. Bir kısmı delice mütearrızdır. “Yarın görüşelim inşaallah” desen, “ne demek inşaallah!” diye çıkışır. Böylelerini de görmüşsünüzdür. Yani cin çarpmış gibi çarpmıştır onları müslümanlık... İhtiyatına da bırakmaz işi... Meselâ birçok kâfir, hiç olmazsa “Allahaısmarladık, elhamdülillâh” tabirlerini kullanır. Birçoklarını da gördüm ki, bu kelimelerin bir tanesini duyduğu yerde başı döner, sar’ası tutar.

Didero işte onlardandır.

Çok yakın tarihteki birtakım islâm düşmanı mütearrızları tanımamız gerekir. İnanmadıkları şeylere, onları karşılarına almış gibi söğüp sayarlar ve tersine dönmüş insanlar olduklarını gözleyemezler... Kuduz kâfirler...

Fransa’da, Fransız İnkılâbını da besleyen ve Ayrupa’yı yepyeni bir bünyeye doğru süren bu heyecan başlarken, Almanya ve Alman tefekkürü bu gidişi, âmiyane tabirle, yutmuyor. Almanya’daki bu hâlisliğe dikkat! O arada Almanya’da (Kant) diye cihan çapında bir filozof türemektedir. Evet; bu gidişi Alman ruh yapısı hazmedemiyor. (Romantik) bünye, kuru akılcılığa yatmıyor.

(Kant) biraz evvel (Dekart) bahsinde söylemiştim; (rasyonalizm)ini çok ileri ve tevhitçi bir merhaleye götürüyor ve (Kritisizm) felsefesini kuruyor. Meşhur eseri (Kritik dö lâ rezon pür-Sâf Aklın Tenkidi)... Bu eseri okuduğu zaman insanın duyacağı saygı hissi azimdir. Bu dereceyi bizim mütefekkirlerimizden ancak İmam-ı Gazalî, Muhiddin-i Arabî gibi büyük dehâlar aşar.

Aklı bir yeraltı şehrine benzetebiliriz. Aklın, büyük yeraltı şehri (Atlantik) içinde inmediği tabaka yoktur. Tenkitçi, idealist, akıldan (idealizm)e geçen ve aklın her buudunu ölçmüş ve ölçmeye çalışmış adam... Aklın içinden aklın üstünü arama metodu...

Hadisenin zaman ve mekân içinde bize görünüşü, -ki buna (fenomen) diyoruz- esastır. (Nomen) ise sınırlanması imkânsız bir şey... (Fenomen) gördüğümüz şeylerin his aynalarımızdaki irtisamlarıdır. Bize görünenler... (Nomen) ise kendisi neyse odur. Zâtı neyse o... (Fenomen)leri ihata çemberi içine alıyor, (nomen)ler için “ihatası imkânsız” diyor, (Kant)... Fakat onları da bir zât kabűl ediyor. Bu arada ruhu doğruluyor. (Fenomen)ler bize görünüşü ile yani (Fenomen) olmak haysiyetiyle, kendi içimizde mütemadiyen aranması, kanunlaştırılması lâzım gelen bir vâkıa iken, (nomen)ler bilgi dışı kalıyor. Bu iki meçhul dışında bir ara vasıta var... O da ruh... Ruh bu kayıtlardan muarrâdır, müberrâdır. O Allah’a taliptir, ahlâka taliptir. Aynı zamanda bunların üstüne çıkmaya taliptir. Kısaca (Kant), (kritisizm) mezhebiyle aklın tenkidi yolundan bu idealist hükümlere çıkmış büyük kafa... Aklın tenkidi yolunda ufuk açan haşmetli anlayış...

(Kant)ın yanında Almanya’da onun talebesi (Fihte)... O yavaş yavaş, (Hitler)e kadar yol açan dinamik milliyetçi Alman görüşünün (bencil görüşün) ilk tohumunu atar. (Fihte)ye göre insanda “ene”den başka vâkıa yoktur. Tek realite odur, “ene”... Ve buna biraz da (panteist) çerçevede temayül eder. (Panteist) çerçevede idealist... (Panteizm) daha önce de temas ettiğim gibi, (hâşâ!) Allah’la tabiatı bir görmektir, (Fihte) insanı idealize eder. İnsana inanmak, Allah’a değil... Allah’a inanmadan insan kendisine nasıl inanabilir?..

Fransız İnkılâbını fikirde ve ruhta hazırlayan “Ansiklopediciler” kadrosu, başta (Didero, Dalâmber, Monteskiyö, Jakar) ve onlara ilâveten (Volter) ve (Jan Jak Ruso)...

Bu (ansiklopedi) teşkilâtı lâlettayin bir has isimler lűgati değil, bütün beşerî mefhumları, içinde toplayarak ve kendilerince değerlendirerek 18. Asır insanına yeni bir yön vermeyi tasarlayıcı ve gűya ilim ve aklı hâkim kılmayı plânlayıcı hususî bir tezgâhtır.

(Volter)in eserleri birçok... En meşhuru “Felsefî Hikâyeler”... Peşinden “Felsefî Mektuplar”... Daha bir sürü... Bir de Kâinatın Efendisi ve Risalet Tacının ilk ve son sahibi hakkında onun hâs ismini saygısızca kullanarak yazdığı bir tiyatro eseri var ki, Ulu Hakan İkinci Abdülhamîd Hânın enerjik müdahalesi olmasaydı, Fransız tiyatrolarında sahneye konulacaktı.

(Volter) hayli gezdi. En çok İngiltere’den müteessir oldu. Oradan Fransa’ya dönüşünde şöyle dedi:

“-Dünya bir büyük inkılâba hazırlanıyor, ama ben onu göremeyeceğim her halde...”

Ve göremedi, öldü. Öleceğine inanabilmiş, fakat perdenin arkasına inanmamıştır.

(Volter)in arkasından, ondan daha sathî, tabiatçı (Jan Jak Ruso) geliyor. Onca herşey tabiata terkedilmelidir. Terbiye baskıdır çocuk üzerinde... Tabiatın yaptığı herşey ve her netice ondan alınmalıdır. Hiçbir insan müdahalesi olmadan...

Görüyorsunuz ki, bunlar büyük mânada biraz sonra hazırlanmakta olan maddeciliğe doğru açılmış geniş zeminler... Çocuk üzerinde bir ruh murakabesi ve ruhî mihrak tanımamak...

Bu adam da aklın pratik idrak hududu içinde... Yakıcı (metafizik), madde ötesini arama cehdinden uzaklık, bütün kaba akılcılarda sabit karakter... Bunlar basit tatbikat (ideolog)ları... Ucuz adamlar...

Üçüncüsü (Didero)... (Didero) doğrudan doğruya (Ansiklopedici)dir. 18. Asrın pratik mantıkçı zekâsını sergileme vasıtası, (Ansiklopedi)... Bu (Ansiklopedi)nin bir büyük faydası var, bir de büyük açıkgözlüğü... Demin de söylemiştim; bütün cihan mefhumlarını bir araya koyarak o cihan mefhumlarının içinde (konkre-müşahhas), basit ve dört köşe bir dünya kurmak; ve kalabalıkları o dünya içinde zaptetmek... Onun için, kilisenin, sarayın, şunun, bunun (mistik) edebiyatına set çekmek... İçinde fındık kurdunun bile yaşayamayacağı bir kabukçuktan ibaret bir dünya...

18. Asrın hükmünü şöyle verelim:

Akıl ve eşyayı tahkik hamlesini, baskıdan kurtarmak için bir taraftan kalıplarını kiliseden aldıkları itikatları topyekûn inkâr, bir taraftan da hakikati arama ve büyük tecride tırmanma cehdi...

17. Asırda akılla kalbi barıştırma, uzlaştırma tefekkürü hüküm sürer gibidir. Bu tereddüt 18. asırda yerini kaybetmiş ve işini tüm inkâr modasına bırakmıştır. Bu modanın da vatanı Fransa...

Şimdi geldik, asırların en mânalısı ve bir bakıma verimlisi olan 19. Asra....

Bu asrın başında Almanya’yı, fikrî harekette en hamarat görüyoruz. Mezhep üstüne mezhep doğurur. (Lûter)in memleketinden... (Subjektif-enfüsî) ve (objektif-âfâkî)türlü felsefeler... Umumî karakter de,önce maddeye bağlı ruhçu, sonra büsbütün maddeci bir anlayış...

Karşımıza ilk çıkan büyük çapta tefekkür sistemi, bir eli kaba madde de, öbür eli esîrî mânada olmak üzere (materyalizm) felsefesini getiren (Hegel)... Bu komünizmin el çabukluğuna kurban edilmek istenen ve Nasreddin Hoca’nın kuşu gibi her tarafı budanıp yalnız işlerine uygun tarafiyle benimsenen, hattâ tepetaklak ve ters-yüz edilmeye kadar giden filozof...

(Hegel) o güne kadar büyük dedikodu mevzuu olan “madde mi, ruh mu?” meselesini, maddenin içine girerek, onu içinden de bir yere çıkarmaya çalışarak, büyük mikyasta ele alıyor. O (İdealist – Materyalist)tir. Böyle olmak kabilse eğer... Yani ilk materyalizmi böylece kuran... Onun kurduğu (materyalizm) maddede kalmayan, oradan (idealizm)e bir kıvrım getiren maddecilik... Biraz sonra (Engels)le (Marks)ın ve daha sonra (Lenin)in, (Hegel)i benimsemekteki fikir hilelerini göreceksiniz.

(Hegelyanizm)... İlk maddeci mezhep sistemi... O zamana kadar gelen mezhepler, sistemler arasında, maddecilik zeminini andıran birçok şey var... Ve zaten başlangıçta söylemiştim: (Sokrat) “nasıl”ı getiren, (Platon) “niçin”i getiren... Madde üzerinde derinleşme metodunu, (realizm)i ve (natüralizm)i getiren de (Aristo)... Batıda her fikir manzumesi bu üçünden birine bağlanabilir, demiştim. Fakat (Hegel)de materyalizm gaye ve temel idrak olarak tecessüs ediyor. Faide mevzuu olarak değil...

Onca fikirde üç hareket vardır: (Tez, Antitez, Sentez)... Hüküm, ters hüküm ve terkip... Eserden müessire yol arayan bir prensipte, maddede kalarak ruhu tasdik ve mutlak müessiri (Allah)ı kabûl felsefesi... Bu yine bir nevi (panteizm)... Ama bu arada cihan çapında bir (diyalektik) kuruyor bu adam... Diyalektiği anlatmıştık; fikrin bir nevi zarfı, terkip tarzı... Bir sofranın tanzimi gibi... (Diyalektik) çok mühim bir silah... (Hegel) diyalektiğini aynen aparmışlardır komünistler... Ama onun maddeden ruha geçiş yolunu tıkıyarak ve böylece fikir namusuna kıyarak...

Şimdi (Hegel)i hülâsa edelim: (Hegel) materyalisttir. Herşeyi maddede bulur, fakat maddeyi tahkik ede ede bundan bir üst inanışa bir yol bırakır; ve arar, bulur, tasdik eder. Bulur değilse bile o yolu oraya kıvırır ve orada bırakır. İşte (Hegel) budur.

(Hegel) bu yolda giderken, aynı milletin içindeki tezatlara bakınız:

(Şopenhavr)... Yine Alman... (Septisizm)i getiriyor.

Biliyorsunuz ki, bu meslek Eski Yunan’da (Piron)la başlamıştır. Hiçbir tanesi yeni değil bunların... Büsbütün yeni, tam, sâf yeniyi bulamazsınız. (Septisizm) gelmeliydi zaten, bunca zikzaklı yoldan sonra... Bu kadar uğraşma sonunda yine vardıkları bir yer yok; o halde akılla arayış boş...

Şimdi göreceksiniz (Şopenhavr)ın ne kadar hazin bir akamet habercisi olduğunu... (Septisizm)... Bedbin, reybî, şüpheci görüş...

Diyor ki:

“-(Fenomen)lere karşı irade, hadiselerin dayanağı zat (substratum) ile mütemadiyen çarpışma halindedir.”

İnsan iradesi, hadisenin iç yüzünde ise (substratum) onunla çarpışmada... Ve bu çarpışma hiçbir neticeye varmak imkânına malik değil...

Bir kaide koyuyor:

“-Hayat demek iş demektir. İş de cehd demek... Cehd ise boştur. O halde hayat sefalettir.”

(Septisizm) bu... Bu hal Batı tefekkürünün artık intihara hazırlanmasından başka bir şey değildir. 19. Asırda bıçak bilenmektedir. Biraz sonra bıçağı nasıl ciğerlerine sokacaklarını göreceksiniz. Bu gelişin gittiği yer, istikâmet, boşluktur. Bu sürpriz değil, bizim için... Batı tefekkürü, akrebin kıskacı gibi, aradığı hakikatten ziyade kendi nefsine çevirmektedir bıçağını, iğnesini...

(Şopenhavr), Yunanlı (Piron) ve Hindli (Nirvena) ile çok alâkalıdır.

İslâm tasavvufunu benzettikleri, sadece İskenderiye mektebi değil, birazda (Nirvena)... Buda felsefesi... ama o ciddi değil, Batı buna “hayır!” diyor.

(Nirvena)yı bir çırpıda halledeceğiz. (Şopenhavr) (Nirvena)ya çok yakın hakikaten... Çünkü (Nirvena), evvelce size ademin, hiçliğin helâk ettiği mezhepler demiştim size, işte o... (Nirvena) hiçlik felsefesidir.

Almanya’da bir taraftan (Şelling)in enfűsî (idealizm)i, bir taraftan (Hegel)in (materyalizm)i, bir taraftan da (Şopenhavr)ın işi ümitsizlikte bitirmeye giden (septisizm)i inkişaf ederken, Fransa’da bir büyük akliyecilik (ekol)ü kurulmaktadır. (Ogüst Komt).. O da (pozitivizm)in kurucusu... “Müspet Felsefe Dersleri”, eserinin ismi... “Müspet Felsefe Dersleri” bir mektep açtı Avrupa’da... Muazzam bir tesir... Akliye (ekol)ünü kurdu. Akliyeciler dedikodu dedi her iddiaya... “Aklın műtalarını (veri) ara, aklın kendi hududu içindeki imkânlarını!..” Bu onların kanunudur.

“Nerede ahlâkın ve dinin?” ilk sualleri budur. Bunlara lûzum yok, diye ancak bu memlekette fikir savrulur. Avrupa’da bir filozof ahlâk cephesini belirtmezse “eksik o tarafın, nerede ahlâk anlayışın?” diye sorarlar. (Pozitivist)lerin cevabı ise şu: “İnsanlık dini”...

Görüyorsunuz ki, semavî dinlere karşı bir sırt çevirişi var gűya müspet felsefenin... Onca din insanlık dinidir. Ve her şey (pozitivist) düşünce meselesidir. Maddeciliğe doğru gidişin akıl çizgisi bu... Onlarca aklın maddecilikle bir alâkası yok... Akla güven ve aklın içinde kalmak... Dâvaları bu... Bu dâvanın bütün kanunları, bütün sistemi (Ogüst Komt)ta... Bizde de taklitçileri çok...

Şimdi Fransa’dan yine Almanya’ya geçelim. İki korkunç adam: (Engels) ve (Marks)... Bunlara filozof denmez; onu da peşin söyliyelim. Diğer anlattıklarımın hepsi büyük filozoflardır. Bunlar birtakım aksiyoncu fikirciler... Ama kendi müşahhas meselelerinde büyük tecritlere varmışlardır. Batıda büyük bir merhale olarak onları aksiyoncu bir fikir mektebi diye ele almaya mecburuz. (Engels) ve (Marks), demin bahsettiğimiz (Hegel) materyalizmini (buna çok dikkat edeceğiz çünkü bedava komünist aleyhdarlığı yok!) ve (Hegel) diyalektiğini açıkgözce aldılar.

Yâhű materyalizmini elinden aldığın adam (meteryalizm)in üstünde bir realist!.. Kim metelik verir!.. İşin o tarafını kapatırlar, tepetaklak ederler; ve dâvalarına zıt bir fikirler manzumesini kendi diyalektikleri olarak kullanırlar... Bu da gösterir ki, komünizm, temel dayanakta bir yankesicilik davranışıdır.

Evet; (Hegel)i kendi “Tarihî Materyalizm”lerine tatbik ediyorlar. (Materyalizm Historik), diyalektiğini (Hegel)den alıyor ve aldıklarını da itiraf ediyorlar:

“-Hegel’den aldık diyalektiğimizi... Bu diyalektik idealist idi; bunu maddeci diyalektiğe tatbik ettik. Böylece (Hegel)in noksanını ikmal ettik!”

Diyorlar utanmadan... Bunlar fikri, ruhu, iç dünyayı, tamamiyle inkâr ederler... Yani insanların Hazret-i Âdem’den bugüne, Allah’ı arayıcı ruh bünyelerini topyekûn iptal... “Allah”... O mukaddes kelimeyi ve mutlak zatı bir ân bırakalım; bunlar ona ait arayıcı aleti de topyekûn inkâr ederler... Ne fikir var, ne akıl var, ne ruh var, ne ahlâk var; yalnız madde ve hareket... Komünizme kendilerince fikrî, temel zemini hazırlayan ilk (ekol) budur. İsmi de “Tarihî Maddecilik”... (Marks), (Engels) ile aynı fikrî zemini hazırlayıp, onu iktisadî vâkıalar ve aksiyon sahasına dökücü büyük eserini yazdı: (Das Kapital - Sermaye)...

Peşinden İngiltere’ye atlıyoruz. (Hium)u görüyoruz O da (Fenomenizm)i kuruyor. (Fenomen)i demin izah ettim. Bize görünen dış oluşlar...

(Hium) yalnız bunlara dayanıyor. (Kant)ın tam tersi “Zâhiriye Mektebi”dir bu... (Fenomenizm)e sorarsanız yalnız bize görünenler vardır. Göründüğü gibi olanlar, bizde teressüm edenler... Gerisinde (nomen) diye de bir şey yoktur. Ve onların haricinde eşya yoktur. Fikir yoktur, kıymet yoktur. Akla da bir izah yapar. O halde akıl nedir? “Akıl, tasavvurların itiyadiyle teşekkül etmiş irtibatlar mecmuudur”... Maddecilerin ruhu icadı gibi hokkabazca bir teselli formülü...

Bizim Kelâmcılarda bir “cevher – ârâz” tabiri vardır. “Cevher – ârâz”. Cevher öz, ârâz da onun yansıması.

(Hium) cevher diye bir şey kabűl etmez, yalnız ârâzları kabűl eder. Cevher ona hitap etmez. O halde mevcut değildir. Ne kolay kurtuluş!..

(Marks), işin felsefe tarafını, (Engels)le beraber ele aldı, hattâ daha derinlere götürdü. Ondan sonra müşahhas dünyaya aksettirdiler dâvalarını... Budanmış ve hayvanî içgüdülere indirilmiş bir insan kafası ve ablak bir dünya...

Ne kadar anlatsam, şimdi size göstereceğim metinden daha güzel izah edemem. Tüylerinizi ürpertecek bir metin... Buna bir teşhis koydu sonradan (Bergson)... “Batı aydınının intiharı, Batı kafasının inhitatı” diye bir teşhis...

Bunlar 1848 senesinde meşhur “Komünist Beyannamesi”ni neşrettiler. İngiltere’deki Birinci Enternasyonal'den sonra... 1847’de Birinci Enternasyonal... 1848’de bu eser neşredildi. Bu eser, ne gariptir, 1923’de bizde tercüme edildi, serbestçe... Şimdi yasak mı, bilmiyorum; ama galiba değil... (Marks) ve (Engels)in aynen kaleminden çıkma... Benim bu tercümem sizce noktasına emin görülmelidir. Burada hem onların dünya görüşlerini, hem diyalektiklerini, hem de hakikati devirip iddialarını nasıl punduna getirdiklerini yakından göreceksiniz. Bu 80-90 maddelik bir beyannamedir. Birinci maddesi şöyle başlar: “Bir hayalet, Komünizm hayaleti bütün Avrupa’yı dolaşıyor. İhtiyar Avrupa’nın bütün iktidar makamları, Papa ve Çar, Fransız radikalleri, Almanya polisleri bu hayaleti sıkıştırmak için bir mukaddes Ehl-i Salip tertibinde ittifak ettiler.”

İşte ilk madde... Bu maddeye göre bir polis romanı, yahut filmi gibi bir hayalet tasviri çiziliyor. Avrupa da onu kuşatmak, kıstırmakla meşgûl... Böyle bir telkin havası ile giriyorlar meseleye...

Son cümlesi şudur; sonuncu madde: “Dünya proloterleri; birleşiniz!” Bunu Moskova radyosu daha düne kadar her adım başında söylerdi. Bu onların değişmeyen dövizidir: “Dünya proloterleri; birleşiniz!”

Şimdi, eserin gelelim 48. maddesine: “Bütün burjuvazi, siz komünistler kadınlarımızı müşterek kılmak istiyorsunuz, diye bir ağızdan haykırıyor! Burjuva için karısı alelâde bir istihsal aletidir. İstihsal aletlerinin içtimaîleştirileceğini işitince bundan içtimaîleştirmenin kadınlara kadar teşmil ettirileceği akla geliyor. Hakikatte kadınların âdi istihsal aletleri mevkiinde bulunmalarına nihayet vermek gerektiği, zihinlerinin kenarından bile geçmiyor. Kadınların müşterek olmasına komünistlerin asla ihtiyacı yoktur. Bu iştirak ezelden beri mevcuttur. Burjuvalara gelince, onlar el altından işçilerin kadın ve kızlarına karşı, anmaya bile lüzűm görmediğimiz resmî bir fuhuş pazarı açmakla yetinmiyerek, birbirlerinin karılarını karşılıklı iğfal etmekten daha büyük zevk tanımazlar. Aşikârdır ki, istihsalin bugünkü şartları kaldırılmakla bunun doğurduğu kadın iştiraki de, yani resmî ve gayr-i resmî fuhuş da ortadan kalkacaktır.”

Yani hayvanlık tabiî olacak, şikâyete mahal kalmayacak, ırz ve namus diye bir komplekse ruhlarda yer bulunmayacak... Ortadan kalkması istenen şeyin ne olduğunu anladınız tabiî... Bütün ruhî muhtevasiyle insan...

Burjuva için kadın alelâde bir istihsal aletiymiş... Bundan büyük fikir dolandırıcılığı olur mu? Ya ne oluyor burjuva dünyasında kadınlara alınan elmaslar, pırlantalar?.. Uğurlarında intiharlar, rekabetler, türlü faaliyetler?..

O halde kadın istihlâk âleti...

Bu mânada her şey istihsal âleti... Bu görüşün, kadına ait mahiyet ve teke tek erkeğe aidiyet hikmetiyle alâkası ne?.. En uzak tarafından alâka şurada ki, kadın perdesinin ardında ruhun mukaddes tanıdığı ölçüler tahrip edilmek isteniyor. Ve Burjuvazi dünyasının hiç olmazsa günah bilerek yaptığı, komünistlerce mübaha çevrilmek isteniyor. Düpedüz fikir dolandırıcılığı... Demek ki, istihsal aletleri içtimaîleştirilince bundan kadın da hissesini alacaktır.

Burjuvazi tipi “Karım herkesin malı mı olacak?” diye tepiniyor ve bir ahlâk iddia ediyor. Zira ahlâksızlığın olması için önce ahlâkın olması lâzımdır. Ahlâkın olduğu yerde ahlâksızlık da vardır.

Komünist de diyor ki: “Ben ahlâkı kaldırınca şikâyete mahal kalmayacak fuhuş olmayacaktır!.. Çünkü her şey tabiîleşecektir.”

Yani, maddeci bir diyarda, kocası uyuduğu zaman kadını dürtüp de “müsaade eder misiniz?” derlerse ve bu arada koca uyanırsa soluna dönecek ve tekrar uyuyacak... Daha fazla izaha lüzum yok!.. Bunu savunan şu, bu değildir, (Marks) ve (Engels)... İlmî konuşuyorum. İşte aile görüşleri, işte ahlâk telâkkileri!.. “Ezelden beri mevcuttur bu hal insanda” diyorlar... Nasıl olur?.. Ezelden beri mevcut olan bu hâl ancak hayvandadır; ve insan, nefsindeki bu hayvanî tarafı insanîliğe çevirmekle mükelleftir. Bu işin tekeffül edicisi de ahlâk...

Görüyorsunuz, ne kadar aşağı seviyeye bağlı ve punduna getirici, sadece avamı avlayıcı (diyalektik) onların ki!..

Gelelim 48. maddeye: “Bir de komünistlerin vatanı ve milliyeti ilga etmek istemelerinden şikâyet ediyorlar. Efendiler, amelenin vatanı yoktur; malik olmadıkları birşey kendilerinden alınamaz!”

Ne sahtekâr mantık! Amelenin, kim demiş vatanı yoktur diye?.. Sen ameleyi öz dilinden ve yurdundan ayırıp da dünya dışı bir (plânet) halkı haline getirirsen vatanı olmaz. Fakat amele içtimaî bir katiyetle mensup olduğu kavmin ve dinin halkası içinde değil midir? Eğer makineler (Homongolos) vâri sun’i insan yapacak hale gelirse işte o zaman onların vatanı olmayabilir. Tabiî savunulacak hakları da... Düğmelerine basılır ve tıkır tıkır çalışırlar.

Hattâ makinenin bile vatanı olduğunu ispat ettiler ruhçular... Bir İngilizin traş makinesi ile Fransızınki ayrı ayrıdır ve herbirinin ayrı bir karakteri vardır. Makine bile vatan sahibi iken, ameleye vatanı yoktur demenin gülünçlüğüne ne buyrulur? Vatanı olmayanın herhangi bir hak dâvası da olamaz.

50. madde: “Dinî, felsefî veya tek kelime ile fikrî bir görüş noktasından yöneltilen ithamlar münakaşa etmeye bile değmez.”

Bu bahsi atlayıp geçiveriyorlar.

Diyorlar ki:

“-Allah’a inanmak ve inanmamak münakaşaya değmez. İnsanların fikirleri, mücerret bilgileri, tek kelime ile vicdanları, şuurları, maişet şartlarına, içtimaî münasebetlerine ve içtimaî hayatlarına göre değişir. Bunu anlamak için derin bir görüş nüfuzuna ihtiyaç mı vardır?”

Küfür yobazlığı adına bundan daha korkunç misal olmaz.

Tutuyor, asıl ispata muhtaç noktayı ispat etmişcesine atlayıp geçiyor ve oradan başka kıyaslara el atıyorlar. İşte yobaz budur!..

Gelelim maddecilik mankafalığına... Din görüşleri şu:

“-Bunlar maişet şartlarına bağlıdır, her şey maddeye bağlı... Bu mevzuun konuşılacak tarafı bile yok!”

Yahű, bütün mesele, meselelerin meselesi maişet şartlariyle beraber topyekűn hayatın, her şeyin ruh emrinde olup olmadığı... Maişet şartları kaç para eder ki!.. Allah uğrunda müminlerin türlü işkencelere katlandığı en keskin bir (realite) olarak ortada dururken maişet şartlarını iman faktörü diye öne sürmenin mânası nedir? Yani maişet şartına göre Allah’ı tasdik veya inkâr diye bir neticeye şahit olmuş mudur insanlık?.. Hattâ aksine şahit olduğu ve acı şartlara imanından ötürü katlandığı, tartışma götürmez bir gerçek değil mi? Bu mankafaların bir bedahet ve mütearefe güveniyle ağız açmalarındaki yobazlık nerede ve hangi fikir sisteminde görülmüştür? Görünüz hallerini!..

En güzel iman, Muhiddin-i Arabi’nin dediği gibi, küfrün menşeini, kaynağını görerek vücuda gelendir. Küfrün kaynağını tanımak her mümine borç... Demek ki “ben komünist düşmanıyım!” demekle bitmiyor iş... Anlamak lâzım...

Şimdi o maddeden daha çok dehşetinizi çekecek başka bir maddeye gelelim. 58. maddeye... Memlekette modalaşmış bir sosyalizm cereyanı var, değil mi? Bunlar basamak arıyorlar sosyalizmden komünizme... Şüphesiz ki, komünizm’in sosyalizmin azmanıdır. Ama öyle bir azman ki, gayet hususî tabiat farkları var aralarında... Komünizm kendi bâtılına göre sosyalizmden nefret eder. Tabiîdir... Şimdi sosyalizmi nasıl görüyor komünistler? Konuşan (Marks) ve (Engels). Burada da mahirane bir cümle kurmuşlar...

İşte:

“Hristiyan sosyalizmi, Burjuva ihtiraslarını rahiplerin takdis etmesine mahsus bir okunmuş sudur”...

Çok lastikli bir cümle... Gûya sâf ve hakikî sosyalizme değil de Hristiyan sosyalizmine çatıyorlar. Yalan!

Demin “tabiî” sıfatını kullanmıştım; evet, gayet tabiî... Mümkün olsa haklı diyeceğim... Zira sosyalizmin belirttiği çıkış hattı işi komünizmde bitirmedikçe kısır ve yarım demektir. Bir şey neyse ya tam olmalı, ya hiç olmamalıdır. Sosyalizm ise (Marks)ın (İlmî Sosyalizm)ine, yahut (kollektivizm)ine gelinceye kadar, bilmem kaç şubesi ve taviz verdiği inanış şekilleriyle göz dikilen kadını okşamak kabîlinden bir mezheptir; ve gaye, yani zina komünizme nasip olmuştur. Kaynaklarındaki içtimaî illet aynıdır; ve biri çizgiyi yerine vardırmak, öbürü ise yarıda bırakmakla kalmıştır. Onun içindir ki, biri hak takdiri küfründe apaçık ve cesur davranırken öbürü münafık ve tavizci rolünde...

Bu nükteyi burada keselim.

Eski Yunan’da bir üçgen, üç köşe diye gösterdiğimiz (Sokrat), (Plâton), (Aristo)dan sonra basamak basamak, Batı tefekkür merhalelerini kalın çizgileriyle takip ettik. Batı dünyasının, böyle, boşlukta yıldızlar arası nispetlere eş, kendisine yol yol dayanak aradığını, nihayet 19. Asırda (Marks) ve (Engels) ile de ne türlü ablak bir dünya tecrübesine kalktığını belirtmeye çalıştık.

Bunca giriftten ve derinliğine dalma gayretinden sonra (materyalizm) ve komünizm dünyası kadar sığ ve yavan bir âlem hayal edilemezdi.

Ama onlar, ne fikirde, ne de devlet çapında elde ettikleri tatbikat zemininde dünya çapındaki bir hâkimiyet kuramadılar ve sadece Batının hastalığını ifşa edici bir tesir sahası olmakla kaldılar. Hattâ uzun zaman, 20. Asır başlarına kadar ciddiye alınmadılar.

O devrelerde Fransa’da (Rönüvye) isimli bir filozof türer. Ortaya (Neo-kritisizm) diye yeni bir felsefe mektebi çıkarır. (Kritisizm) malûm... (Kant)ın fikir mesleği... Demek şimdi onun yenisi çıkıyor meydana... Yenilik şu noktadadır: (Kant)ın (fenomen) ve (nomen) anlayışı, onda sadece (fenomen)leri kabûl ve (nomen)i inkâr suretindedir. Yarısı bölünmüş ve öbür yarısı (fenomenist) İngiliz filozofu (Hium) arası, muallâkta bir bulamaç... “Yalnız (fenomen)lerde derinleşelim ve (nomen) diye bir şey aramayalım!” mektebi...

Dâva yavaş yavaş (metafizik) arayıcılıktan kaymakta ve bir nev’i (realist) yöne dümen tutmaktadır.

Derken Fransa’da yeni bir (etap) daha... Yahudi (Dürkaym)...

Sisteminin Türkiye’de de ajanlığını yapmış biri bulunan bu adam üzerinde biraz durmalıyız. (Dürkaym) Fransız (sosyoloji – içtimaîyat) mektebinin kurucusudur. Kaydettik ki, artık felsefe, sâf (metafizik), kendi âleminde mücerret bir şiar gibi kalamıyor; mücerret tefekkürden birtakım kanunlar devşiriyor ve onları tatbikat sahasına dikmek yolunu tutmuş bulunuyor.

Büyük mücerretlerden müşahhaslara geçip insanı cemiyet hayatı içinde bağlı olduğu ölçülerle müşahede altına almak... İçtimaiyat budur. Nitekim terbiye, ahlâk, ruhiyat, gibi felsefe şubeleri de (metafizik) tefekkürden devşirilmiş kanunlarla çerçeveli ilimler... Bunlara, mücerret tefekkürün tatbikî şubeleri diyebiliriz.

O devrede artık kıymet, eşyanın künhünü aramaktan ziyade onu içtimaî faide verimine bağlamaya dönüşmüştür ve gidiş (metafizik) yolun kapatılması istikametindedir.

Bu mânada ilk (sosyoloji) mektebini (Dürkaym) kuruyor. Ona göre ruhî ve ahlâkî vakıâlar içtimaî hadiselere tâbidir.

Bu noktada, (Marks) ve (Engels)ten belirttiğim maddeci telâkkiye bir yakınlık göze çarpıyor. Ama yanlış! Arada hiçbir yakınlık yok... Maddeci görüşte ruh, fikir, his diye bir şey mevcut değildir. Her şey geçim ve iktisadî şartlardan doğmaktadır. O kadar ki, her yıl, buğday rekoltesine ve onun dalgalanışlarına göre ahlâk temevvüçleri ve değerleri de değişir.

Yeryüzünde hakikat inkârcılığı ve küfür yobazlığı bakımından, bundan daha çarpıcı, akıl yakıcı bir örnek daha bulunamaz.

(Dürkaym) öyle değil... Onca insan, ruhu ve iç hayatiyle ve her türlü inanciyle muhteşem bir mevcuttur; fakat “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” hesabı, tavuğu yumurtaya bağlamakta, yani cemiyeti esas tutmaktadır. Bu anlayış da bir nevi yarı maddecilikten başka birşey olamaz. Zira büyük ruhçular, cemyetin ferdi imal etmesinden ziyade, ferdin cemiyeti imal ettiği inancındadırlar.

Ya içtimaî vâkıaları doğuran müessir nedir? Bu suale (Dürkaym)ın verebileceği açık bir cevap olmadığı gibi, onun, böyle bir suale yer vermeye lüzumlu gören bir kafa ıstırabı da yoktur. O cemiyet vâkıasından yola çıkar ve öncesini tahkikle mükellef olmadığını söyler. Yâni (metafizik) tefekküre, dipnotlarını arama cehdine sırt çevirir.

İnkâr edilemez ki, tesiri büyük olmuştur. Tâ (orijinal) bir fikir ve sistem adamı sanılan Ziya Gökalp’e kadar...

Ziya Gökalp bir (Dürkaym) aparıcısıdır. (Dürkaym) gibi düşünmek başka, onun aparıcısı olmak başka... Birinde, fikri nefsine mal etmek, çilesini yaşamak, öbüründeyse hazıra konmak var... Ziya Gökalp, örgüleştirdiği milliyetçilik, daha doğrusu kavmiyetçilik sentezinde, (Dürkaym) diyalektiğini alır ve üstelik (Marks) ve (Engels)in (Hegel)e yaptıkları gibi onu ters istikamette kullanır, dinî heyecan yerini kavim sevgisini ikâme etmeye kalkar ve (Dürkaym)ın bu noktaya vardırmadığı yapıyı, ona ters şekilde, onun harciyle inşaya yeltenir. Bu davranış, açıkça ilim ve fikir suîstimalidir. Zaten o devirde Tanzimattan beri fikir kurumaya başladığı ve büyük mütefekkir yetişemez olduğu için kimse karşısına çıkıp da “sen ne yapıyorsun; müdafaa ettiğin dâvanın müstakil muhasebe ve murakabesine gücün yetmediği bir tarafa, dayanak diye aldığın sistem, varış noktası olarak sana terstir; bu bir ilim ve fikir yankesiciliğidir!” diyemez.

Ziya Gökalp’in tamamiyle İslâma zıt Türkçülüğündeki büyük dinî suç bir tarafa, (Dürkaym) aparıcılığındaki ilmî suçu da onu çürütmeye yeter.

Bu mesele bizim tefekkür tarihimizde en mühim yeri işgal etmeye lâyıktır ve dönüm noktamızı göstermesi bakımından en nazik bir çıkış noktası diye ele alınmalıdır.

Ziya Gökalp birçok yazı ve konferanslarında uzun uzun tahlilini ve kafa röntgenini gösterdiğim gibi, aslında bir sahte kahramandır. Türkün ruh kökünü kurutmakta, hem de ilmî bir (otorite) kisvesi altında en büyük fenalığı yapmış ve kendisini takip eden fenalıklar serisinin önderi olmuştur.

Bir de, en pest seviyeden bir tebliğci, bir davulcu edasiyle, fikirlerini şiirle söyleme özentisi:

Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir Turan...

Vatanı müşahhas bir mekân olmaktan çıkarıp ona zaman gibi sonsuzluk çapında (mistik) bir hüviyet biçen bu lâfların ufkunda seyrettiğimiz, dili, fikri ve gayesi olmayan, at sırtında tozu dumana katmış, medeniyetlere saldıran bir vahşet yığınının (plâstik) dünyasına gönül bağlamaktan başka birşey değildir.

Biz İslâmı kabul ettikten sonra Türkün Türkçüsüyüz!..

Ziya Gökalp’in Türkçülüğü ise, milliyetçiliği ruhî muhtevâda, yani dinde gören üstadı (Dürkaym)a zıt şekilde, İslâmı Türk ruhundan sökmenin kavmiyetçiliğidir.

Nitekim, kendisinden kısa bir zaman sonra aynen tatbik edildiği üzere:

Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’ân okunur,

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!..

Demeye kadar gitmiştir.

Bahsimiz Ziya Gökalp değil, Batı tefekkürü ve bu arada (Dürkaym)... Onun için bu bahsi burada kesiyor ve nice yazılarımız ve konuşmalarımızla senetlerine bağlamış bulunduğumuz dâvayı Tanzimattan beri gelen sahte inkılâplar mevzuuna bırakıyoruz. Ziya Gökalp bu mevzuun anahtar şahsiyetlerinin başındadır.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Batı fikir lâboratuarında milliyetçiliğin bir ideoloji mi, bir psikoloji mi olduğu, tıpkı felsefenin ilim mi, sanat mı olduğu gibi, çözümlenememiş bir meseledir. Temayül, onun daha ziyade bir psikoloji olduğu merkezindedir.

(Dürkaym)ın (pozitivist sosyoloji) mektebinden sonra İngiliz (Herbert Spenser) ile karşılaşıyoruz. O da (Evalüsyonizm) Tekâmül felsefesinin kurucusu... Evet, tekâmül... Ama hangi çıkıştan hangi varışa?.. Bu hikmeti size (Spenser) mektebi değil, İslâm Tasavvufu izah edecektir...

(Spenser)in Tekâmülcülüğü ilk ve son illiyet noktasından mahrum, başın ve sonun hesabını vermekten müstağni, uçları görünmez tek çizgi üzerinde bir tecrübecilik usûlüne dayanır; ve artık hiçbirşeyi halledemez durumda çırpınan (metafizik) arayış cehdinin toprağa inmesi ve tatbikî bir dehâya kavuşması şeklinde tecelli eder. Batının sapmakta olduğu yol artık budur ve bu yolun en parlak nümunesi Amerika, (Spenser) felsefesinin bir merhale ilerisinde, doğrudan doğruya tatbikatçı ve tecrübeye kıymet verici sistemini yuğurmaktadır.

(Spenser)i geçerken gerçek tekâmülcülük üzerinde bir kıymet hükmü koyalım. O, tasavvufun bahsinde göreceğimiz gibi, İslâmî bir kanundur; ve pratik hayatın dört köşesinde ele alınmak yerine, derinliğine insana ve bütün mükevvenata şâmildir. İslâmın gözünde kâinat, bir kum tanesinden en üstün insana ve Resûle kadar Allah’tan gelen cezbenin ışıktan helezonları içinde, ebedî bir tekâmül yolunu takib eder. Bu hikmeti Tasavvuf bahsine bırakalım; sadece Batının deryaya nisbetle nasıl bir yüksüklük suya kadar gelebildiğine işaret edelim ve çizgimizi kaybetmeyelim.

(Spenser)den sonra (Stuart Mil) geliyor. Tecrübî mektep... (Spenser)in kurduğu mektep büsbütün tecrübeye dökülerek teşahhus etmeye başlıyor. O da demin anlattıklarım gibi (fenomenist)tir. Sebepten neticeye ve neticeden sebebe doğru büyük mantık manzumesi borçludur ona insanlık... Fakat mantık nereye kadar gidebilir? İşte bütün mesele! Görüyorsunuz, yine aklın metodu üzerinde ve Amerikan (pragmatizm)ine zemin hazırlayıcı tecrübe... Büyük sebep ve netice ile alâkası yok...

Bu arada iki adam... Onları iki kelime ile hemen savuşturabiliriz. İki komik adamdır bunlar... (Darvin) ve (Haksley)... (Darvin) tabiî ıstıfa nazariyecisi... Öbürü de... Filozof değil, tabiat ve (fizyoloji) bilginleri... Büyük tefekkürden tamamen mahrum bir tabiat ilmi yolu ile arama yapar ve insanı dehşete düşürmekten başka bir marifet göstermezler...

İnsan maymundan gelmeymiş!.. Bu nazariyenin sahipleri bizzat maymun... İspatları da kendileri... Mevzuumuz olmak haysiyetine bile lâyık değiller... Ne yapalım ki, iddiaları büyük... İnsan menşeinin maymun olduğu abesini sezmek için büyük bir kültüre ihtiyaç yok... Tasavvuf bunu tamamen halledecek... Herşey kendi aslı içinde seyreder, hiçbir asıl inhiraf ve başka bir asla inkılâp etmez.

Bu arada Almanya’da başka bir filozof... (Niçe)...

(Şelling) felsefesiyle karışık, yeni bir şevk ve hamle arayan bir fışkırış... İrade ve kuvvet şuuru üzerine dayalı insanın idealize edilmesi felsefesi... “Übermenç-insan üstü” nazariyesi... (Niçe) insana insan üstü bir derece arıyor. Batı, kaybetmeye başladığı insanı (Niçe)ye aratıyor. (Niçe), bu bakımdan bulutlar üstüne çıkma gayretinde... İnsanı bir insan üstü fikriyle yüceltmek dâvasında... (Niçe) her satırı bir önceki satırını tekzip eden garip bir sanatkârdır; fakat hakikî, ilmî mânada bir (metod filozofik) sahibi değildir. Marazî bir dehâ... Bu marazî dehâlar artık 19. Asırda üstüste gelecektir. Ve bunda tıbbın gördüğü bir takım başka hususiyetler de var... (Niçe) bir mecnundur, mânalı bir mecnun... (Paralizi Jeneral) dedikleri frengi kaynaklı hastalığın zebunu...

Frengi... Şu bizim (frenk) ismiyle andığımız Batıdan gelme hastalık... Biz bu illeti burada manevî ve mecazî mânada kullanıyor ve ayrıca dikkat ediyoruz ki, 19. Asrın 20. Asra devrettiği bunalım devresinin, ilerideki buhranı haber verici nice marazî dehâları hep frengilidir. Şair (Bodler), romancı (Mopasan) vesaire...

(Niçe) böyle marazî ve (vizyon)lar, hayaletler gören bir insan olarak bir (ideoloji)den ziyade ıstıraplı bir (psikoloji) getirerek Almanya’da bir büyük ruhî zemin kurmuştur. Bu zemin Alman milliyetçiliğini bina ettirdikleri filozofların fideliği olmuştur. (Niçe) olmasaydı (Hitler) olmazdı. Ve (Hitler)in mütefekkiri (Haydager) olmazdı. Ve (Haydager) olmasaydı şimdi Fransızların modası geçmiş (ekzistansiyalizm) felsefesi olmazdı. Yani Varlık felsefesi...

(Niçe)yi kendinden ziyade delâlet ettiği mâna ile ele almak lâzım... (Niçe) (pesimizm)e ve intihara doğru giden Batı tefekkürü içinde insanı bulutlar üstüne çıkarmanın bir nevi marazî ve şairane vecdini arayan sanatkâr ve tamamen idealist...

Batı tefekkürü Avrupa’da böyle bir buhran tüneline girmiş yol alırken, Amerika’da maddeci olmaksızın madde faydalarını hedef tutan bir fikir mezhebi doğuyor. Amerika çoktan kurulmuştur ama ilk mütefekkirlerini henüz meydana getirmemiştir. Ve (Vilyam Ceymis)... (Pragmatizm) felsefesi... Bir tarafta (Marksizm) Rusya’yı idare ederken, bir tarafta da (pragmatizm) Amerika’nın damarına geçmiş olarak orayı idare etmekte... (Pragmatizm)... Tecrübe felsefesi... Şöyle:

“-Benim metafizikle alâkam yok!”

“-Niye?”

“-Aklım ermiyor. Fasit daire...”

“-Peki, neye eriyor senin aklın?”

“-Benim aklım tecrübeye eriyor. Elektriğin ne olduğundan bana ne? Ben onu bir ampul içinde zaptedebiliyorum ya!.. Yeter!..”

Bu görüş tatbikatta insanı gayet yalçın bir maddeciliğe götürür. İsmi konmaksızın... İnsanı şaşırtacak kadar güzel bir oyun bulmuşlar... Diyorlar ki, “din de bir tecrübedir. O tecrübeden de anladığımız şudur ki, din bizim görmeye, anlamaya muhtaç olduğumuz bir şey değildir, yaşamaya muhtaç olduğumuz bir şeydir.” İşte (pragmatizm)de din de bu... Ve onlarca hoştur, güzeldir, lâtiftir, denemeye lâyıktır. Yani öyle bir din ki, hiç aramadan, sebebini hiç sormadan ruhun çekiyorsa alacaksın!.. Kadınların boyunlarına taktıkları maskotlar gibi birşey... Din bir (bonmarşe) oyuncağı mıdır? Madem tecrübe işi “10 sent ver bir din satın al!” hokkabazlığına dönmez mi dâva?

Amerikalının dine müsahamalı bu tavrına karşılık, komunist Moskof’un yine aynı sapık mantıkla din (realite)sine şöyle bir bakışı vardır:

“-Biz Allah’a inanmayız ama, Allah’a inananlar bulunduğuna inanırız!”

Yârabbi, ne sefil, ne rezil mantık tekerlemesi... Bu tekerlemede Allah’a niçin inanmadıklarına dair en küçük fikir namusundan eser var mıdır? Tabiî, elbette, mecburi olarak Allah’a inananlar bulunduğuna inanacaksın! Buna inanman Allah’a inanmamanı mı gerektirir? Allaha inananlar, Allaha inananlar bulunduğuna inanmıyorlar mı sanki!.. Sen evvelâ Allah’a, sonra da ona inananlar bulunduğuna inanmaya bak! Bu kullandığın ağız derecesinde şenî ve denî bir fikir sahtekârlığı olabilir mi?

İşte kafasiyle (materyalist), hayatiyle de (mistik) Moskofa mukabil, kafasiyle (anti materyalist), hayatiyle ise silme (materyalist) Amerika arasında, zıddiyet içinde ayniyet!..

Sadece bir madde harikası ve bir kemmiyet köpürtücülüğü tezgâhı olan Amerika’yı, bunca gözle görülür ve elle tutulur başarısı içinde Batı tefekkürünün iğdiş edilmiş ve dışiyle (Herkül), içiyle akîm bir veledi kabûl etmelidir. Batı tefekkürü, sinir buhranına, sinirini aldırmış olan Amerikalıda nasıl teselli bulabilir?

Amerika 6 dakikada kocaman bir uçak gemisi yapıp denize indirir ama eserine hâkim ruhu kaçırdıkça kaçırmakta devam eder.

Meselâ bir er, karşısında da bir subay... Subay garip bir emir verir, er de onu yapmak istemez. İtiraz hakkı şu noktaya kadardır. Sorar: “Bu bir emir midir?” “Evet, bu bir emirdir!” cevabını alınca hemen onu yerine getirir. Vazife bitince de aynı subayın ensesine bir çimdik atmaya kadar gidebilir. Karşımızda, ayağını yazı masasının üstüne atarak, şapkası tepesinde oturur. Daha neler, ne laübâlilikler!.. Bütün bunlara hususî hayat ve serbest mıntıka göziyle bakılır ve sosyal bir disipline yer verilmez. Putlaşmış bir hürriyet!.. Bu hep aynı felsefenin ferdî hayat üzerindeki nakışları... Büyük ilim adamlarını, sanatkârları dolarla Avrupa’dan satın alır ve kaba faide ölçüsünden başka birşey düşünmez. Gerçekten hadım edilmiş insan tipi, kafadan yana...

Bugün Batı tefekkürünün beşiği ve mezarı Avrupa’ya göre, biri Doğu ve öbürü Batı istikametinde iki ejderha çöreklenmiş bulunuyor. Rusya ve Amerika... Biri fikirde materyalist, fakat tatbikatta idealist bir Moskof milliyetçiliği havasında ve nazariyelerini sadece öbür milletleri tahrip işinde kullanmakta... İkincisi Amerika ve biraz önce temas ettiğimiz üzere, fikirde (Materyalizm) düşmanı, fakat yaşayişiyle tam maddeci ve maddenin ta kendisi... (Pragmatizm)in ruha ve ruhçuluğa hiçbir itirazı yokken getirdiği hayat, maddeci... Tek temel inanışı da hürriyet... Başıboşluk... Hürriyet ve hürriyet...

İşte 19. Asrın sonlarında (Vilyam Ceymis), insan kafasına, beş duyu plânında hiçbir şey sormadan sadece tecrübeye bağlama ve ötesine boş verme, yani tecritten kaçma ve teşhiste kalma merhalesinin yerleştiricisi oluyor. Bu mezhep, mücerret mânada olmasa bile tatbikat sahasında bir nevi maddeciliktir.

Fakat tezatlar kazanı Batı, şu veya bu şekilde bir billûrlaşmayı kabûl eder mi hiç?.. (Pragmatizm)in hemen ardından yeni bir tepki peydahlanıyor ve Fransa’da, (Butru) isimli bir filozof, herşeyi ruha, dolayısiyle Hristiyanlığa bağlayıcı ve şiddetle akılcılara düşman, (irrasyonalizm)i kuruyor. Bu davranış, 20. Asırda büyük bir fikir hareketi başlatacak olan (Blondel)e doğru yol açış... Ve akıl vâkıasını kökünden tahrip kudretini gösteren (Bergson)a doğru bir uzanış...

19. Asrı kapatırken şöyle bir teşhis yerinde olur:

Büyük madde marifetlerinin ve makine keşiflerinin gururiyle sâf (idealizm)i gölgeleyen, baltalayan, fakat onun yeni yeşermelerine engel olamayan ve onu ancak (Panteizm) şeklinde benimsemek istidadını gösteren Batı tefekkürü, marifetlerinin ruh hâkimiyetini elden kaçırma hengâmesine girmiş ve bu hengâmenin kapısı 20. Asra ayağını dayamıştır.

Münezzeh Yaratıcı’yı tabiatte arama cereyanında fikrî ve hissî payı büyük olan (Göte) bakın ne diyor:

“-Ey tabiat, sen biricik sanatkârsın! İnsan sende ve sen her yerdesin!”

Halbuki bu türlü bir vasıflandırma ancak Allah hakkında kullanılabilir. Varlığı bu çapta bir tecrit ve tenzihten sonra her şeyi o Mutlak Varlık önünde silmek ve yokluğa gömmek gerekirken, işi bir yaratıklar manzumesi olan tabiate bağlamak nice ve nasıl olabilir? Tepeye tırmanırken zirve noktasına sıçrayamamanın ve yuvarlanmanın hazin akibeti...

Bu çırpınış Alman edebiyatında böyle tecelli ederken Fransız sanat dünyasında, yavaş yavaş hazırlanan müthiş ruh “dacret-sıkıntı”sı halinin iki habercisini görüyoruz... (Bodler) ve (Rembo) isimli iki şair... (Bodler), için için hazırlanmakta olan bir kanser gibi, asrının ve ilerinin buhranını yaftalayabilmiştir: (Splin ve ideal)... (Splin-Spleen) İngilizce bir kelime... “Dacret-hafakan” mânasına... (İdeal) ise belli; ileriyi, öteyi arama iştiyakı...

O devirde, mücerret ilimler ve müspet bilgilerde Batını merkez (metropolis)i olan Paris’te, kapkaranlık gökler ve fabrika dumanları altında nereye yol verdiği belirsiz kaldırımlar ve başları dönen çatılar, bu marazî şaire, Batı aydınının ruh ihtilâç ve irtiaşlarını ilham etmekte bir anten vazifesini görmüştür. Onun (Le flâr dü mal-Fenalık Çiçekleri) adlı şiir kitabı, (Sosyolojik) gözle, iflâsa giden ve ruhî dengesini kaybetmeye başlayan Batının peşin habercisi mahiyetindedir. Fikirde değil sanatta... Düşünüşte değil, sezişte... Keşfettiği ve maddî faidelere memur kıldığı makine (robot)larının ileride tutsağı mevkiine düşecek olan Batı, sanatkârına, henüz ortada hiçbir şey yokken, ruhun yeryüzünden bir güneş gibi çekilmesiyle doğan boşluğu, korku ve dehşet psikolojisi içinde, bir (nostalji-gurbet duygusu) ve (melânkoli-hüzün kâbusu) aşılayarak ilham etmiştir. Bu hal, kaybolmaya yüz tutan bir ruh nizamı ve iman sarsılışının sanatta canhıraş tecellisinden başka birşey değildir ve bu tecelli aynalarının neye alet oldukları hakkında şuur sahibi olmaya ihtiyaçları yoktur. Arı bal yapar, kimyager hesabı yapmaz.

(Bodler)in biraz öncesinde (Po) ve biraz sonrasında (Rembo)yu da aynı soydan sanatkârlar serisine bağlayabiliriz.

(Rembo) mücerret düşünce ve seziş melekesini, İlâhî hikmetlerin, varılmaz, erişilmez ve içine girilmez kapısına kadar itebilmiş ve nihayet daha önce de bahsettiğimiz gibi aklını kaybetme korkusiyle şiiri bırakmış, Afrika’larda, şuralarda, buralarda serserice yaşamış ve sonunda, yarım yamalak öğrendiği Arapça ile aynen “Allah kerim” diyerek pek genç yaşta Marsilya’da ölmüş bir garip dehâ...

19. Asır, müspet bilgilerin fışkırmaya başladığı, Batının madde plânında eşya ve hadiselere seyislik çığırını açtığı, fakat terbiyesi altındaki atın ruh mahmuzu eksikliği yüzünden zaptedilemez hale geleceğini henüz farkedemediği devre... Bugünkü Batı fikir ve ahlâk buhranının en ince çizgisi budur; ve Batı bu hali yaşarken, Türkiye, birtakım satıhçı aydın taslakları elinde kendi aslî ruh kaynağını kurutma yolundadır. Tanzimatın hesabı da bu hükmün içinde...

Şimdi 20. Asra geçebiliriz.

20. Asır, 19. Asır içinde pişen buhranın Birinci Dünya Harbi sonlarında patlak vermesiyle karakter kazanır. Zira İkinci Dünya Harbi, yeni alet keşiflerinden başka bir şey getirmemiştir. Birinci Dünya Harbi ise yıktığı şeyler bakımından en büyük merhale başıdır. Beşer hayatı üzerinde, yıktığı ruhî kıymetler... Evet, 20. Asır o buhranın Birinci Dünya Harbinde patlak verdiği, bütün muvazenelerin yıkıldığı devre...

Bu asrın başında (Blondel)... Fransız filozofu... 19. Asrın sonunda, fakat 20. Asrın filozofu sayılabilir. O, iman fikriyatını temsil eder. Meşhur (Aksiyon) isimli bir eseri var... (L’aksiyon)... Bu eserin Fransa’da yaydığı tesir büyük... Aksiyon, yani iş, amel... İş hamlesini, aksiyonun bağlandığı ruh kutbu üzerinde derin tabakalara ulaştı. 1932’de de “Katolik Felsefesi Problemi” isimli eseri... Bu eserde katolik felsefesinin bütün abeslerine o türlü (mistik) bir gözle bakar ki, o gözün acısı içinde ve tefekkürî telkini altında insanlar abese bir sır gibi inanacak kadar büyülenirler. (Blondel) kaybedileni arayandır. O zamana kadar kazanılan ve erişilen birçok zafer, bir de uğranılan azim bir bozgun vardır. Bulunan doyurmuyor, kaybedilen ise bulunmuyor ve kilisede aranıyor. (Blondel) tam idealisttir, (anti-entellektüelist)... Akliyecilerin zıddı (mistik)... (Mistik) görüşün tam izahı tasavvuf bahsinde... (Blondel)in örneği (Paskal) ve (Sent Ogüsten)... Daha önce bahsettiğimiz (Paskal) hemen hemen onun ana plânı...

(Blondel)in tesiri büyük oldu dedik. Kısık bir ses gibi geldi önce, fakat bu kısık ses, için için eşyayı yiyen güveler gibi Fransız gençliğine tam hakim oldu.

Tabi binbir cereyan var, birbiri ile boğuşan... (Blondel) 20. Asırda ruhçu cereyanı temsil ederken Yahudi (Marks)ın cemiyet meselesinde ileriye sürdüğü bâtılı, ruha tatbik eden ikinci bir yahudi vardır: (Froyd)... (Froyd) tıpkı (Darvin) ve (Marks) gibi giriftleri basite irca edici bir formül ustasıdır. Öyle bir esasa bağlıyor bütün tahassüs ve fikriyatını ki, madde görüşünden daha yıkıcı oluyor. Dolayısiyle yıkıcı bir (etap) teşkil ediyor. (Froyd)e göre, insan ruhu, bütün tahassüslerimizin mihrakı ruh, cemiyette muayyen terbiye sistemlerinin ona bir çuval gibi tıktığı “ihtibas-işte hapsetme” keyfiyeti içinde esirdir. Evet bu hale “ihtibas” der: ve ruhun (röfülman-boşalma) ihtiyacından doğduğunu kaydeder. Boşalma, boşanma, çatlama, patlama... Hani vapurlarda gördüğümüz, istim koyuvermek gibi zarurî bir şey... Peki, ya bu halin sâiki nedir? Şehvettir! Onca esas ve üzerinde durduğu ana çizgi budur. Doğan çocuk öz annesinin memesine yalnız bu arzuyla yapışır!..

İlim önünde müstehcenlik yok, açık konuşuyorum: ne muazzam bir intihar psikolojisi ki, çocuğu (Jan Jak Ruso) hesabiyle tabiata terketseniz, ruhlarda birikim diye bir şey kalmayacağı zamanın da... İşte tabiat! Birçok hayvan önünüzde çiftleşmezler. Bu terbiyeyi kimden almışlardır? Birçok hayvan önümüzde pislemezler. Hattâ dağda, kırda bile pisliklerini toprakla örterler. Çocuk dahi meme emerken annesiyle muayyen bir fiile başlar (Froyd)e göre... Bütün fikrini buna bina eder. Ve cemiyetten aldığımız telkinlerin bir çuval halinde ruhumuza tıkılmış olduğunu kabûl eder. Her hissi buna irca eder; bununla da kalmaz, büyük sanatkârı ve filozofu bu ölçüyle izaha kalkar, der ki, “işte bu ihtibasları renk ve şekil değiştirerek süren sanatkâr”... Bu fiile de (süblimasyon) adını yakıştırır, yani sanatkâr, kendi ihtibaslarını (süblime) eder, ulvîleştirir. Yapamazsa iradesi yırtılır.

(Froyd) bir yahudidir. (Froyd) müthiş diyalektiğiyle o kadar korkunç oldu ki, onun ruh nazariyesi (libido) âdetâ her kapıyı açan bir anahtar sanıldı. O kadar korkunç bir diyalektiği var ki, insan istemeden kapılabilir. (Froyd)u okuyan hristiyanlardan ve öz talebelerinden birkaçı intihar etmiştir. Anasının yüzüne bakamaz hale gelmişlerdir.

Mukabil darbeyi ona indiren de kendi hemcinsi Mösyö (Bergson) oluyor.

Yahudiler esrarlı mahlûklar... (Kapitalizm) o kurar, (Komünizm)i o yapar, sonra o yıkar. Şimdi Yahudiyi şöyle, kısaca tahlil edelim: Biri bir adım ileri attırsa, diğeri gelir, o adımı geri aldırır. Peki, nedir bundan murad?.. Hiçbir yerde birlik bırakmamak... Bâtılda bile buluşturmak istemez insanları... Yahudi budur; ve hak veya bâtıl, her birliğe düşmandır. Tek gayesi, gizli yahudilik hegemonyasını kurabilmek için insanlığı bölmek, ufalamak, çözmek ve çürütmek...

(Froyd)ün arkasından sıra (Lenin)e geliyor. Hayret değil mi, (Lenin) bu kadar büyük filozofların içinde nasıl yer alır? Pek azımız bilir; (Lenin)in dört-beş tane mühim eseri vardır. (Lenin) aksiyon adamı, büyük mânada... Ama aynı dercede fikirci... Yani ezberci ve lüpçü politikacılardan değil... Ve (Leninizm) dedikleri, (Marks)ı tefsir ve kendine göre tâdil edici ve (Komünizm)de (Marks) ve (Engels) tarafından cevap verilemeyen şeyi, yani ruh fonksiyonunu gûya tarif kılıcı bir anlayış... Onun için, fikrî bir (etap)tır (Lenin)... Kısaca bahsedip geçeceğim. Yalnız ister (Lenin), ister (Engels), ister (Marks), bir şey söylemek isterim size... Bütün dâvamızı kucaklayacak kadar mühim bir şey:

Birgün, benim mensup olduğum ve büyüklerin büyüğü bildiğim Velî, bana şöyle dedi:

“-İnanmak o kadar mühim şeydir ki, istersen bir oduna inan!”

İnanmanın hakikatı İslâmdır ve dindir. Fakat yalanı bile, bakın, ne kadar verimli, inanmanın...

Bu üç adam (Marks), (Engels) ve (Lenin) bâtıla inanışın eşsiz mümessilleri... Dâva ahlâkında da müthiş... (Marks) kan kusarak öldü, doktor parası bile yoktu. (Lenin) bütün Rusya’nın başına geçmişti, fakat kendi devrinde maarif komiseri (Lûnacarski) evinin geçiminin dar olduğundan bahsedince ona, “karını çalıştır!” cevabını verdi. Ve karısı (Vandözlük-satıcılık) etti, maarif komiserinin... Lenin herhangi bir mesele hakkında “bu benim özel hayatıma aittir!” diyen bir adama elini uzatmış, parmağı titreyerek, “bir komünistin özel hayatı yoktur!” diye bağırmıştır. Ne güzel ölçü! Bunu biz kendimize alalım. “Hikmet müminin kaybolmuş malıdır; nerede bulsa alır”... Yüce Hadis... Asıl bir müslümanın hususî hayatı olmaz!!.. Müslümanlık bizi her yerde takip eder. attâ helâda bile... Hususî hayatım, resmî hayatım, filân lâf!.. (Lenin) tersine tam bir idealist olarak öldü. O da esrarengiz, (Niçe) vâri hastalıklardan birine müptelâ idi... Dedik ki, birkaç eser sahibi... Bir tanesi Maddecilik ve (Ampiriyo Kritisizm)... Öbürü “İşçi Sınıfı İhtilâli”, daha öbürü “Devlet ve İhtilâl”... Bir tane daha var... Bunlar arasında felsefî görüş mânasına ilki ele alınabilir. Bu dört eserden üçü tam tatbikîdir; fakat birincisinde (Lenin)in mukabil felsefeden gelen her ihtimale cevap hazırladığı ve mütemadi bir akıl (kritisizm)i içinde dolaştığı, fakat nice dev adama göre gayet sathî kaldığı besbellidir. (Lenin) bir buluş sahibidir. Der ki, “ruh, madde münasebetlerinin irtibatlarından insanda teşekkül etme bir hassedir.” Hasse, yani his merkezi...

Bir gün Mazhar Osman’ın bir kitabını görmüştüm. Başında şu ibareyi gördüm ve kitabı hemen kapadım: “Ruh, bedenî fiillerin mecmuudur. Yoksa ruh diye birşey yoktur!” diyor, ruh doktoru... Batıda böyle bir kitap çıksa ve adam kazârâ profesör olmuş bulunsa, mesele olur. Adamı kepaze ederler!.. Ancak bizim memlekette yutulur böyle şeyler... Bütün dünyanın üzerine eğildiği ruh diye bir (fenomen) varken, ruhu bedenî fiillerin toplamı diye tarif ne demek? Yani şu, şu, şu, fiil, eşittir ruh... Olur mu böyle şey; bu nasıl izahtır? Hiç olmazsa (Lenin) kadar izaha çalış! (Lenîn)inki bunun biraz daha haysiyetlisidir, o kadar!.. Yoksa izah değil...

(Lenin)in arkasından yine Fransa’ya geçiyor ve 20. Asrın en büyük ruhçu çizgisini getirmiş olan, yine yahudi, fakat katolik ölen veya böyle öldüğü sanılan (Bergson) geliyor önümüze... (Bergson) büyük kafadır. (Bergson) mütemadiyen bozan yahudiye mukabil bir düzeltme örneği... Ama bu düzeltme yalnız aklı tahrip işinde verimli, ilerisindeyse hiçbir şey!.. Öteden beri iddiamız şudur ki, felsefe daima öncekileri tenkit ve iptal etmekte haklı ve kıymetlidir; öz nefsiyle hakkı getirmekte ise çıkmaz sokak...

Evet, büyük kafa... 20. Asrın tipik kafası, zamanın ruhçulara hâkim filozofu... Fransa’nın tefekkürde (Eyfel) kulesi... Akliyeciliğe ve maddeciliğe ölüm darbesini getiren adam... Yani (Ogüst Komt) ve bağlıları mektebine... Ölüm darbesini indirmek lâfla olmaz. “İndirdi, indirmedi” demekle de... Eserle olur. (Bergson) “Yaratıcı Tekâmül”, sonra “Yaratıcı Muhayyile” eseriyle aklı son hududuna kadar tarif, aklın kifayetsizliğini akılla ispat etmiştir. Şimdi burada bizim tasavvufumuzun kapısına nasıl sokulduğunu, fakat tıpkı (Paskal) gibi nasıl içeriye girmek nasibine malik olmadığını göreceksiniz. (Entüvisyon-seziş)... Akıl üstü bir meleke var ki, içimizde, biz ona ruh diyoruz... Onun ismi seziştir ve her şeyi gören, bilen, duyan odur. Bir anda sezen... Akıl, sırtında ölçü âletleri taşıyan bir amele gibi seziş duygusunu takip eder. Duygu düşünceden önce gelir, o gelince de akıl ölçmeye başlar. Herşeyi ânî olarak idrak ederiz. Bu (entüvisyon)la olur, akılla olmaz. Kalble, yani ruhla... Akıl ruhun peşinden gelir ve onları kemmiyet aletleriyle ve kendine mahsus kıyaslarla ölçer.

Bu sistemi o türlü vaz’etti ve o türlü sağlam bir mantık kurdu ki, perişan oldu karşısındaki Akliye Mektebi... Akliyeciler karşılık olarak hiçbir şey bulamadılar; döndüler, dolaştılar, şunu söylediler: “Sen aklı imha ettin, kabûl ederiz; ama metodun akıldır yine... Sen bizi akılla yendin o halde yine yaşayan akıl!.. Cevabı: “Demek ki, akla düşen en büyük hamle, kendi kendisini inkâr, kendi eliyle intihardır!”... Bu da bizim dinimizde akıl bahsinde çok ince bir nüktedir. “Ne akılla olur, ne de akılsız” nüktesindeki zıtları birleştirici hikmet...

(Bergson) üzerinde uzun durmak lâzım... Fakat asıl dâvamızın kapısı önünde lâfı uzatamayız. Ve tuttu, meşhur eserini yazdı: “Din ve ahlâkın iki kaynağı”... Ve onda da döndürdü, dolaştırdı, yeryüzünde tutunabilir tek görüşün (mistik) anlayış olabileceğini iddia etti. İtirazcılarını kabalıkla ve basitlikle niteledi. Ve ahlâkını da bu türlü vazettiğine inandı. Yakın zamanlarda da katolikliğe geçti ve öldü. Hristiyan ölen ender yahudilerden biri... (Lö Rir) diye bir kitabı vardır onun: “Gülmek” adlı... Mustafa Şekip Tunç bu eseri, “Kime gülüyoruz, niçin gülüyoruz?” diye tercüme etmişti. Gülmeyi basit bir şekilde alamayız ele, gayet ince bir fiildir o...

Mustafa Şekip deyince aklıma şu geldi:

Peyami Safa, o ve ben, akşamları toplanır münakaşalar ederdik. Gülmelerin yüzümüze çizdiği hatlar konuşulurken, Peyami Safa, yarı alaylı bir söz etti:

“-Hayvanlar da güler mi?”

Şekip:

“-Evet!” deyince Peyami Safa atıldı:

“-Ya hayvanlarda, dedi; niçin bu çizgiler belli olmuyor? Şekip durdu, çok sâfiyane bir cevap verdi:

“-Tüyleri var da görünmüyor!”...

İnsan bu kadar basit olmaktan korkmalıdır. (Bergson)un Türkiye elçisi Mustafa Şekip’in anlayışı bu kadardı.

“Gülmek” adlı kitabında (Bergson) gülmenin ruh naktaları bakımından en ince tahlillerini yaparken kitabın ikinci baskısında Şarlo’yu almıştır ele... Hayret; (Bergson) gibi bir mütefekkir, bu kadar komik doluyken ortalık, neden onu ele aldı? Zira Şarlo neredeyse (Bergson)a denk adamdır. Evet, Şarlo müthiş adam... (Lenin) Şarlo için, “ben bir adama hayranım, o da Şarlo’dur” demiştir. (Bergson) da Şarlo’yu kitabına almıştır. Şarlo İngiltere’ye geldiği zaman kendisine Kral ailesine mahsus merasim yapıldı. Bunu dünyada kimseye yapmaz İngiliz...

Şarlo’yu komünizme yakınlaştırıyorlar. Hatalı teşhis... Aynı yakınlaştırmayı ruhçular da yapabilir.

Bugünün en büyük problemi makine meselesidir. Şarlo’nun makine ile alayı, o kadar zariftir ki, ancak ruhçu telâkkiye yakışabilir. Meselâ: Bir filminde, bir fabrikada iş tasarrufu için her şey alete dökülmüştür. Amele, soframsı bir yerde oturur. Makine gelir bir kolla ağzına yemek verir, sonra başka bir kolla da ağzını siler. Makine esasta ahmak... Yemek veren kolu bozulur, havada işler ve yemekler yere dökülür. Fakat diğer kol tarafından aç adamın ağzı silinir.

Şimdi bu komiklik midir, yoksa ağlatıcı fikir mi? Tam da maddeciliğe zıt... Bakın, kazâ ve kadere ait nüktesine, ne kadar ince!.. İş arıyor. Nereye müracaat etse sonuncu oluyor; daima kapıları kapatıyorlar yüzüne... Çare yoktur, bütün işçiler girer, yalnız o kalır. 1111 işçi alınacak olsa bir fabrikaya, ona 1112’nci sıra düşer. O da gider, tanzifat memuru olur, çöpçü... Eline bir süpürge – kürek verirler yolda temizlik yapmak için... Giderken, bakar, bir sokaktan katırlar geliyor... Eyvah, onların pisliğini temizlemek zor!.. “Başka sokağa dalayım” der açıkgöz; bir de bakar ki, bir cambazhanenin filleri gelmekte...

Bakın, kader fikri ne kadar ince!.. Şarlo’ya boyacı da güler. En büyük mütefekkir ise ağlayarak seyreder. Şarlo, 20. Asrın hakikatte darmadağın olmuş kıymetleriyle alay etmeyi en iyi bilen adamdır. Ve tamamen ağlatıcı, düşündürücü, bir plânda... Güldürücü gibi görünse de...

·

Sonra batıda iş basitleşiyor. Müthiş bir fikir anarşisidir, gidiyor. Derin bir karmaşıklık âlemi, fakat hep kemmiyette kalan bir dünya... Keyfiyetin giriftliği değil... Yollar şaşırılmış... Amerikan şehirleri gibi her tarafta oklar, ışıklı ilânlar, 80 katlı binalar...

(Rayhınbah) bir (ekol) kuruyor. Bu riyaziye (ekol)üdür. (Metafizik) nefreti artık her şeye hâkim... Her şey, malûm, yerli yerinde; ne akılcılık var ne ruhçuluk... Peki ne var?.. Yine (Pragmatizm)in bir çeşidi halinde sefil bir faydacılık... Ruh ve beyin aç!.. Sancının ölümle durdurulması hali...

Arkasından (Haydeger) geliyor. (Haydeger) Hitler’in meşhur mütefekkiridir. Demin (Niçe)ye bağlamıştım onu... O, gayet mühim bir noktaya çıkanlardan... Yani gaipler perdesine el dokundurup cereyana kapılmaya istidatlı tiplerden... (Anksfilozofi)yi kuruyor. Yokluk korkusu felsefesi... “Dacret – Hafakan” felsefesi... (Tipik) bir adamdır o... Hiç değilse Batı fikir buhranının ilâncısı... Ve bu adam yeni bir formül çıkarıyor (Dekart) vâri... “Zâtım, mevcudiyetimdir!” Evet, korkudan, yokluktan neşe ve zevke zıplamanın felsefesi... Varlık felsefesi... Büyük bir (Vitalizm) felsefesi... Alman cihangirlik dâvasını işte bu ruh haleti idare etti. Var olma şevki... Şöyle dönüp bakın, Doğu memleketlerine, böyle bir şevk görüyor musunuz? Halbuki ölümsüzlük şevkinin kaynağı bizde...

(Haydeger)den, (Sartr) ve grupu (Ekzistansiyalizm)i devşirdiler. Fakat bu da bizce inandırıcı büyük bir düşünce zemini üzerine kurulu bir ideoloji değildir. (Ekzistansiyalizm) insan varlığına din dışı yeni bir üs aramanın ve insanı Allah’tan kopararak kendisine bağlamaya davranmanın mezhebi olarak markalanabilir.

Gerek (Haydeger)in (anksfilozofi)si, gerekse (Sartr)ın (ekzistansiyalizm)i 20. Asır insanının geçirdiği ruhî buhran noktasından birbirine yakınlık ifade etse de hakikatte tezkiye yolu bakımından aykırıdır.

(Haydeger)in arkasından –çok uzun konuşmaya değer adam, kısaca söyliyeceğiz; dâvamıza girelim artık!- (Aynştayn) geliyor. (Aynştayn) filozof olmak iddiasında değildir. O sadece fizikçidir. Fakat fiziği ve riyaziyeyi o hale getirmiştir ki, fizik, tefekkür olmuştur. Onun felsefe formülleriyle alâkası yoktur. Ama müthiş bir şekilde dağılmış olan dünya felsefesini, yepyeni bir yere götüren dehâ... Ve bu adam, ne garip. “Vahdet-i Vücud” gibi birçok tecrit ve teşhisini fizikle doğrular gibi bir merhale açar. Meselâ evvelâ mesafe nazariyesi... Gide gide kemmiyetler nereye gidiyor? Nihayet kendi üzerinde dönen bir yere gidiyor, onca... Kendi vâhidi kendi zatı etrafında dönmek... Anlaşılması zor bir dâva... Bu, Muhiddin-i Arabî Hazretlerine çok yakın bir fikir... Her şeye rağmen maddî ve (plâstik) plâna bağlı kaldığı için eksik... Meselâ eşyaya bir dördüncü boyut biçer. Üç boyuttan sonra bir de dördüncü boyut... Neymiş? Zaman... Zaman bütün boyutların va madde göeünüşlerinin üzerinde bir (kadans), ahenk, bir oluş prensibidir. Boyut fikri içinde düşünülemez!.. Bu da meseleyi bir nevi maddeye irca hatâsına varır. İzafiyecilik mezhebi... “Herşey rölatiftir, yani izâfidir.” Sana göre şöyle, bana göre böyle... Bunun da yakıcı bir gerçeği var ama bir yere bağlıyamıyor. Felsefeyi allak bullak etmiş, fakat kendi filozof değil... Böyle korkunç bir dehâ, ilâve etmeye lüzum var mı ki, yahudidir. Evet dikkat edin! Nihayet (Hitler)den kaçış ve Amerika’ya gidiş... Amerika’da buna suali yapıştırırlar:

“-Peki, derler; bütün bu sisteminin hülâsası nedir? Siz Allah’a inanıyor musunuz?”

“-Buna cevap vermeyeceğim!” der.

O kadar... Tam yahudi... İşte görüyorsunuz. Acaba neden susuyor? Evet demekten korktuğu için mi, hayır demekten ürktüğü için mi? Orası meçhul... Ve Amerikada ölür. O, gittikçe küçülen bir dünya ve gittikçe büyüyen bir âlemde sonsuzluk mimarîsini ve riyaziyesini ne güzel imal etmiş bir zekâ... Fakat toplamı, yekûnu baştan aşağı ters... O malzemeyle bir başkası, Allahı fizik ilmiyle ispata yol açabilirdi.

Geriye (Bertran Rasıl) kalıyor. Mühim değil... Tam (Bergson)a zıd... Onun da haklı bir sözü var, gûya haklı: Seziş!.. Kabûl ama ilme mûta – veri olamaz ki, seziş... Sezişle ilim yapılamaz ki... Batının yapacağı zaten başka bir şey yok... Hepsi birbirinin yanlışını çıkarmaya, zaafını aramaya memur... (Bertran Rasıl)ın şu cümlesi de sanki akla uygun: Seziş, akla karşı bir bilgi unsuru değildir.... Halbuki bütün mesele sezişle ilim yapmakta veya sezişte bir bilgi verisi aramakta değil, bilginin varamadığı hakikati sezişte bulmakta ve bunun ilmini yapmakta...

Birici Dünya Harbi basit siyasî sebepler yüzünden kopmuş görünse de, esasta Batının kendisine yeni bir nizam arama ihtiyacından doğmuştur. İkinci Dünya Harbi de onun devamı... Ve beklediğimiz Üçüncü Dünya Harbi devamın devamı olacaktır. Birinci Dünya Harbi siyasî, iktisadî bahaneler gerisinde zaman ve mekâna tahakküm iktidarından gizli gizli düşmekte olan (Greko – Lâtin) milletler grubunun birbirini yemesi insiyakından doğma... İkincisi bu halin açıkça ifşası oldu.

Çok defa bir romancı bir eserine girerken, hattâ bir şair şiirine başlarken kelimeler onu takar peşine ve götürür götüreceği yere... Ne mevzu, ne plân kalır. İnsanlar hiçbir zaman mevzularına tam hâkim olamaz. Ben bir saniye sonra kullanacağım cümlenin bir kelimesini size şimdiden söyleyebilir miyim? Meçhule büyük riayet lâzımdır.

(Molteke) diyor ki: Askerlikte plân, evdeki pazarın çarşıya uyması gayesini güder ama harp sürprizlerle doludur. Hiç ummadığınız yerde devrilen bir öküz arabası bir harbin talihini başka istikametlere yöneltebilir.

Birinci Dünya Harbi de sürpriz şeklinde yıkıma götürdü insanlığı... Hiçbir anane ve dayanak kalmadı. Kadınların eteği topuklardayken birden dizinin üstüne çıkıverdi. Klâsik musiki, kapısında bir vahşi gördü, caz diye... Afrika vahşisinin müziği... Resim, şiir ne hale geldi? Kübik eşya, mimarî vesaire... Bütün bugün gördüğünüz insanlar o zamanların dölleridir. Gördüğünüz sözde yeniciler, hep o ilklerin kopyacı azmanları... (Dada)lar, (fütürist)ler, (empresyonist)ler, (sürrealist)ler, falan, filân... Bu arada bu sahte cereyana inanmayan (Valeri) gibiler (Neo-Klâsisizm) peşinde koştular. Neticede (uzatmayalım) cihanın bütün ruhî metabolizma bünyesi altüst oldu, Birinci Dünya Harbiyle... Mimarî bile değişti. Eski vecdin ifade ettiği mermerler yerine bağırsaktan çekilmiş kırk katlı binalar... Ve büyük bir inanış yoksunluğu... Her şey değişti, piçleşti, yozlaştı.

İkinci Dünya Harbi ilk çekilen krizden sonra geldiği için birinci kriz kadar müessir değildir; fakat meselesi açıktır: Batının muhtaç hale geldiği yeni nizam kavgası... Ruh boşluğu...

Ancak Atom ve benzerleri gibi yeni buluşların sahibidir ikincisi... Büyük sosyal sarsıntı Birinci dünya harbinde oldu... Ve neticede bu da Batı tefekkürü ile paralel olarak, istene istene bir türlü sahası bulunamayan, artık keşiflerine esir ve intihara mahkûm bünyesinin iadesi... Batı buhranı budur. Çağ budur!

Şimdi size Batı meselesine ait ana hükmümüzü söyleyelim: 20. Asır, müspet ve menfi her (idealizasyon)u bırakıp amelî faydaya dönerken, buhranı idrak etmekle, kendini tahrip hamlesi içinde, dinî bir (idealizm) tefekkürü arama ve arada büyük çırpınışı açığa vurma illetini yaşamaktadır.

Batı tefekkürünün topyekûn seyri şöyle:

(Plâstik) plâna bağlı akıl, mücerret fikir ve dış zevk harikası Eski Yunan... Aynı tesirler altında nizam yatağı ve gurur ahlâkçısı Roma... Bu vaziyette iç dünyadan ve mutlak müessirden haber getiren İsevîlik... Yeni ahlâk ve hassasiyet... Ruh önünde eriyen madde ve (plâstisite) dünyası... İsevîliğin tahrifçi ellerde bozuluşu... Böylece daralan ve dünyasını kaybeden akıl... İskenderiye mektebi ile sunî ve zoraki akıl mistiği... Kilise skolâstiği etrafında büsbütün daraln kapkaranlık Ortaçağ tüneli... Akıl ve zevk fışkırışiyle (Rönesans)... Yunan + Roma + Hristiyanlık = Batı Medeniyeti formülü... Ve aklın kiliseden intikam dâvası... 17. Asırdan itibaren millet millet yayılan (idealist) ve (materyalist) kutuplar etrafında girift zikzaklar... Maddeye hâkimiyet başarısına mukabil, kayıbı her ân meydana çıkan ruhun hamle üzerine hamle ile aranması... Daima akıl içi cehdlerle boyuna akıl tefekkürü... Seyir bu... Dıştan görünüş bu kadar...

Şimdi topyekûn teşhis ve tespit, terkip ve hüküm:

Bu gelişle gidişi içinde Batı tefekkürü, maddeye aksetmiş akılla harikalar doğurduğu, aynı akılla da aklı kıracak kadar ileri gittiği halde ruh feyzine, yani nura çıkamayan, eşya ve hadiselere insan ruhunda tahakküm ölçüsünü kuramıyan, neticede ruhu öksüz bırakan ve bu eksiğini daima hissedip keşiflerinin oyuncaklariyle teselliye eremiyen, muazzam bir madde bonmarşesi ve plâstik inşadan ibaret... İçinde sultanı olmayan saray...

Şimdi tasavvuftan sonra gelecek olan hükümden bir parça verelim: İki dünya arasında problem şudur: Birinin eksiği öbüründe gizli iki dünya, Doğu ve Batı... Batının kolay takdir edilir zaferi, madde nakışlarında ve süsünde; Doğunun müdafaasızlığı da maddî sefaletinde ve madde çelmesiyle düşürülmüş olmak fecaatinde... İşte, iki asırdır Doğuda çıkan bütün sahte inkılâpçıların kıymet hükmü, tıpkı sinek kâğıdına yapışmış böcekler halinde, ölçülendirdiğimiz nispetlerden çıkarılabilir.

Nihayet Doğunun aslî rengi ve mutlak vâhidi İslâmiyet, onun da ruhu tasavvuf ve onu (plâstisite)ye çıkarmak, eşyaya nakşetmek dâvası...

Hiç yorum yok: