13 Mayıs 2007 Pazar

TAKDİM




Bu eser İdeolocya Örgüsü’ne bağlı olarak benim en başa alınması gereken verimlerimden biri...

· Eser 20 yıl kadar önce Ramazan ayında ve üç defada konferans şeklinde verilmiş ve üç gece teravihten sahur vaktine kadar sürmüştür.

· Geçen seneye gelinceye dek teyplerden naklen kaleme alınarak tarafımdan titizlikle muhafaza edilen ve birdenbire kitaplık çapta ortaya çıkarılmasını bekleyen üstüne titrediğim eserimi, temiz ve hatasız baskı, emniyet ve itinası içinde nihayet kitaplaştırıyorum.

· “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” üç gecede dörder saatten oniki saat konuşan adamın muazzam dâvayı temellendirmeye ve bir (sentez)e bağlamaya çalıştığı en kesafetli bir deneme kabul edilmelidir.

· Kısa ve kalın hatlariyle Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu...

· Bu eser, kendi zâtiyle ne olursa olsun, muhtaç bulunduğumuz tefekkür cehdine mihenk teşkil etmesi bakımından kıymetlendirilse yeridir.

· Türkiye’yi, İslâm âlemini ve bütün insanlığı kurtaracak sistemin örgüsü lif lif bu esere yerleştirilmeye çalışılmıştır.

· Aydan, dünya küresini (mikro-film)e alırcasına el attığımız bu tahlil içinde terkip cehdi, umulur ki, yeni İslâm gençliğinin şiddetle muhtaç bulunduğu kültürde temel vazifesi görsün ve “b.d. Yayınları”nın ana eserlerinden biri olsun...


Nisan 1982 /NFK

İkinci Bölüm: İSLÂM TASAVVUFU - 2

Gelelim Râbıtaya... Râbıta esrarın esrarıdır. Ve zahir ehli tarafından bir takım itirazlar görmüş bir mesele... Fakat bâtın ehli bunu cevaplandırmıştır.

Râbıta çok mühim bir dâva... Râbıta, fena fillah (Allah’ta fani olmak) makamına ulaşılmış -ulaşmamışsa râbıta eden de yandı, ettiren de... Hele ettiren -mürşide, onun hayalini hiçbir an kaybetmeden kendini mürşit halinde görünceye kadar... İki türlüsü var... Biri, kalbini geniş bir dehliz farzeder, mürit... Eğer zayıf bir müritse böyle başlar. Ve o dehlizden pirini geliyor gibi görür. Namazında, zikrinde, niyazında, her ân kalbindeki dehlizden mürşit gelmektedir. Zor olanı “telebbüsî râbıta”dır. Telebbüs, giyinme, giyme demek... “Telebbüsî râbıta”da mürşidin kılığına girmek... Yani öyle olacaksınız ki, eliniz acaba onun eli mi, diye dşüneceksiniz. Tabîi bu iş sahtekârlıkla olmaz.

Râbıta onda erimek... Mürşitte... Ve çok ince bir sır...

Şimdi râbitnin hakikatini anlatayim size... Ashâpta bütün râbita Allah Resűlünedir. Râbita o kadar yerleşmişti ki, Hazret-i Ebubekir, hususî hallerinde, yani en zarurî hacet hallerinde bile râbitadan kurtulamadigindan şikayet ettiginde, Allah Resűlünden aldigi cevap tebessümdü.

Tebessüm ve şu söz:

“-Ne güzel.”

Bu da işin hakikatinin tam temsilcisi...

Râbıtaya itiraz felâkettir. Çünkü leblebi kafalılar zannederler ki, râbıta demek şeyhini mübalağa ile büyütmek, gaye zanetmek! Asla... O şeyhinin kılığından İlâhi huzura doğru çıkmak için bir bilet almaktan başka bir şey değil...

Sırası gelmişken kaydedelim. Günün ucuz, gayet ucuz, bayağı ve ahmak inkâr modası içinde bir de formül vardır:

“-Allah’la kul arasına girilir mi?”

Cevap vereyim; siz de söyleyenlere aynı karşılığı verin...

Bana bunu söyleyen profesöre şöyle dedim:

“-Yahu, sen Üsküdar’a gitmek için bile vasıtaya muhtaçsın!.. Bütün beşerî vasıtaları elinden alsam, sen, acaba potin mi giyebilirsin, sigara mı içebilirsin, yemek mi yiyebirlirsin?.. İlâhî huzura gitmek için vasıtasızlık ne demek? Elbette vasıtaya ihtiyaç var... Elbette Allah’la kul arasın girilemez! Fakat, Allah’la kul arasında münasebet kademeleri mevcut... Yoksa ey ahmak, Allah’la kul arasına hiç kimse giremez!..”

Girmek mümkün mi ki girilsin!.. Bakın nasıl ucuz bir mantıkla işi ele alıp, nsaıl hissettiriyorlar basitliklerini... Bunlar inkâr felsefesinin galiz taraflarıdır. İğrenç... Bu iğrençlikleri alt ederseniz, imanınız yam teşekkül eder.

Râbıta hâşâ, Allah’la kul arasına girmek değil... Hâşâ... Eğer bütün olarak, tüm olarak vasıtaya ihtiyaç olmasaydı, bir tane nebî ve resûl gelmezdi.

Üzerinde fazla duracak değiliz. Vecdimizi konuşturuyoruz. İnkâra cevap vermekle mükellef değiliz şu an...

Ve râbıta, bu kirliyi temiz hale getire getire makamına tesliminin rejimidir. Baş rejimidir, ana rejimidir.

Velî demiş ki:

“-Siz işkembelerden yapilma çorbalari içiyorsunuz da, biz, kirli nefsi temizlemekten âciz mi görüyorsunuz?..”

Yani, onun temizlenmesini mümkün görüyorsunuz da, bir nefsin temizlenmesini neden kabűl etmiyorsunuz?.. Ne güzel... Râbıta, o huzura uygun kisveyle çıkmaktadır!

Râbıtanın tesirini anlatayım... Kendimi katiyyen misal olarak vermek istemiyorum. Fakat bu tesiri tam ifade için anlatmaya mecburum. Ve hiç de, kolay kolay tesir altında kalan bir insan olmadığımı bildiğim halde...

Bir namazda, Efendi hazretleriyle beraber bulunduğumuz bir akşam, selâm vereceğim zaman dehşetler içinde ellerimin onun eli olduğunu gördüm. Sonra baktım ki, ellerim yine yerli yerinde... Buradaki sırra dikkat edin! Bu benim için bir makam, bir fazilet değil... Onun kuvveti, onun tesiri...

Şimdi son hüküm: Râbitasiz zikir erdirici degildir. Fakat zikirsiz râbita erdiricidir. O kadar kuvvetlidir râbita... insani alir, götürür, yerine..

Hep o daha önce bahsettiğim nur meselesi...

Belki çok mahrem bir nokta ama bunu da anlatmadan geçemeyeçeğim:

Bir gün, yine Efendi Hazretleri’nin huzurundaydık. Eyüp’te... Akşam namazı kılındı. Yemeğe indik, çıktık. Oturuyoruz ve konuşuyoruz. Yanında müritleri... Ben onların en hakiriyim ama bana bir lutufkârlığı var... O susuyor, ben konuşuyorum. Mütemadiyen... Diğerleri memnun... Çünkü O’nu ben konuşturuyorum.

Lâf arasında daldım ve içimden aynen şöyle düşündüm, -keramet bahsiyle alâkalıdır bu dikkat edin- dedim ki, “biz ne sefil insanlarız! Geliyoruz buraya, iki-üç saat geçiriyoruz. Temizleniyoruz. Deminki işkembe misalinde olduğu gibi pamuk haline geliyoruz. Bir kokuşmuş işkembe iken... çıkıyoruz, yine atılıyoruz çirkefimizin havuzuna!.. Ne utanmaz adamlarız biz!..”

İçimden düşünüyorum bunları... O susuyor.

Evet; dedim ki, “böyle olmaz bu iş... Bizde bu hassasiyet ve hâlisiyet yok... Bize bir tasarruf lâzim... Bizi oldugumuz yerden alsin, oturtsun hakikate!.. Başka türlü olmaz bu iş!..”

Ve birdenbire müthiş bir his... Efendi Hazretlerinde gördügüm kerametlerin en büyügü bu, anlayana... Bir şey oluyorum, ama ne?.. Bir maddî agri duymaya başliyorum. Ama neremde? Onu da bilmiyorum. Bu agriyle birlikte tatli da bir his içindeyim. Fakat nasil?.. Anlamiyorum. Ve herkes susuyor.

Şöyle bir bakindim kendime... Dogru, agri kalbimde... Kalbim lâstik olmuş, çekiyorlar sanki... Evet, kalbim çekiliyor. Bu nasil bir aci?.. Hayali bile imkânsiz... Ve nasil bir lezzet?.. Onu da tarife imkân yok...

Derin bir sessizlik içinde oluyor bunların hepsi... Ve Efendi Hazretleri bana bakıyor. Tam bağıracağım anda birden hissediyorum meseleyi: “Sen mi tasarruf istiyorsun?.. senin ona takatin var mı?..”

Ve derhal sığınıyorum ruhaniyetine... Kalbim yerine geliyor.

Bunları bir yerde söyleyecek olursak inanmıyanlar arasında, bütün bu anlattıklarımıza hokkabazlık göziyle bakanlar bulunabilir. Bunlar, hayatından, yani bu işin çok çilesini çekmiş adamın hayatından yapraklardır size...

Sonra, müridde, intisptan ve doğru yola gitmekten başka, bir takım tecelliler başlar. Bunlara “makam diyoruz. Daha ileri dereceleri var... Biz basitlerini alalım...

Kabz (sıkıntı,daralma) ve bast (ferahlık)... Sahv (uyanıklık) ve sekr (manevî sarhoşluk)... Gıybet (kaybolma) ve huzur...

Makamlar hiçbiriyle teselli bulunulmayacak, sürekli olarak insanı renkten renge sokan İlahî imtahanlar ve çitlerdir. Aşılır. Bu makamlardan kabz ve bast hali... Sıkıntı, sıkışma ve daralma halinde bir tecelli... Bazen de sebepsiz bir açılma, ferahlık ve neşe... Tabîi tam tersi olarak delilerin neşesi gibi bir hal... Bunlar müritte en tehlikeli hallerdir. Bunlar hep köprüler...

Nihayet râbıtaya bağlı olarak iş, gider gider, bir “kendinden geçiş”e varır. İşte akla ait hissenin en mühim noktası... Buna “Gıybet ve Huzur” diyoruz...

Yani, bu gidiş nereye kadardir, bilir misiniz? Râbita edenin, râbita ettigi şuurunu kaybedecegi ana kadar... Tam bir giybet, tam kendinden geçiş başladi mi, râbitanin terkedilmesi lazimdir. Çünkü o zaman gayeye degil, vasitaya hürmet edilmiş olur. Gaye tahakkuk edince vasita birakilir. O giybet ki, hiçbir şeyi bilmemektedir. O,öyle bir cehildir ki, bütün ilimlerin kendisi... Çünkü ilimde ilim şuuru olduktan sonra o zaten ilim degildir. Bunu da anlatmiştir Bati felsefesi...

Bir de bu gıybet ve huzur halinin, bazen insana verdiği manevî sarhoşluk mânasına, bir “sekr” hali vardır ki, onun ne kadar yaman bir hal olduğunu ve nice adamları uçuruma yuvarladığını biraz sonra göreceksiniz. Başta, bildiğimiz birkaç meşhur isim olmak üzere... Fakat bu gıybet hali o kadar makbul bir hal ki, tasavvufta adeta bunu bütün cihana teşmil ediyorlar. Elimizde Şeriatin müsaadesi olmasa, mutasavvıfın ve büyük ermişin kanaatince kendinde olmak küfürdür. Ama şer’an böyle bir şey yok...

İşte tasavvuf ehlinin kaidesi: “Bâhûdî küfr. Bîhûdî iman est.”

“Bâhûdî”, aklı başında olmak demektir. “Bîhûdî” de akılsız kalmak... Bu şer’i bir mükellefiyet değildir! Aklın hissesi vardır ve o hisse mahfuzdur. Biz de o hisse üzerine konuşuyoruz zaten... Akla hisse veren ve kendi sırrını asla vermeyen büyük dâva üzerindeyiz.

Şimdi, bütün bu hallerin içinde, “muhazara -hazir-lama”,”mükâşefe -keşfetme”, “müşahade -görme”, “keramet”, “marifet”... Kerametin kademeleri bunlar... Üzerinde fazla derinleşmeyelim...

Ve Kerameti alalım ele... Keramet...

İşte, halkın gidip de tamamen şeriat harici mumlar yaktığı, çaputlar bağladığı türbelerde yatan veya yattıkları zannolunan insanların halk tarafından iltifat gören halleri buradan gelir!

Keramaet haldir. Ve bir İlahî ikramdır. Ama türbelerde, bütün bu yapılanlar nedir?..

Demek ki, ruhun, -nefs ve ruh bahsinde gördünüz, öyle bir üslûp içindeyiz ki, bir meseleyi öbür meseleye irca ederek anlıyabilirsiniz- nefsin dizginlenmesi veya kahredilmesi yoluyle kalb hakikatinde kazandığı bir takım kıymetler, insanda, “harikulâde” dediğimiz alelâdeliğin üstündeki oluşlara zemin hazırlıyor... Fakat bunun her zaman hak olması lâzım değil...

Şimdi anliyacaksiniz farki...

Şah-i Nakşibent Hazretleri’ne derler ki:

“-Sizden niçin çok keramet sadır olmuyor?”

Yani, “ne kadar az keramet bu böyle!..”

O ki, kerametler sarayının sultanı!..

Cevap verir:

“-Bu halimize rağmen ayakta durabilmekten büyük keramet mi olur?..”

keramet bahsi en ince bahis... Kerameti benzerleriyle -katiyen asliyle değil- Hind fakiri de gösterir. Hatta bir papaz da... Bunlara karşı cevabınız hemen hazır olmalı... Kelimesi de hazırdır zaten; “İstidraç”... Yani Hind fakirlerinin, papazların ve sahte şeyhlerin gösterdiği sahte keramet...

keramet aslında şer’i mânasiyle “ruhun saffet bulduğu zaman kazandığı iktidardır.” Allah tarafından... Keramet budur. Ve her velînin kerameti mensup olduğu nebîni mucizesine dahildir. Kendi yoktur ortada...

Şimdi şunu söyliyelim:Hazret-i Isa, müslümanin Hazret-i Isa’sidir! Bütün hakikati ve apaçik hakki ile... Onlarinki ise onun tahrif edilmiş hayalî figürü...

Ama bir hıristiyan şöyle sorar:

“-Niçin bizim Peygamberimizde bu kadar keramet var da sizinkinde yok?..”

Biz de deriz ki;

“-Sizin bahsettiğiniz Peygamber münezzehdir. Hak reûldür, onun hakikatini yine biz biliriz, siz değil... Hakiki mânada İsevîlik için, sadece Hazret-i İsa’yı tanımak mânasında İsvîlik için müslüman olmak lazımdır! Hıristıyan olmak değil... Ama sizin hayalen kondurduğunuz kerametlerin hepsi Allah Resûlünün velî lerinde bile vardır!”

İşte:

Şah-i Nakşibend Hazretleri bir ovada atla gitmektedir. Mürid ile beraber... Bir köye gidecekler... Ova dümdüz oldugu için fersahlarca ötede bir köy görülmektedir. Böyle dümdüz bir ova... Çarşaf gibi... Herbir şey söylemeyen mürid başi önünde mürşidine teslim olmuş bir vaziyette... Bir müddet geçer. Ve bakar ki, mürid, güneş batmak üzere.. Ve köye varmak için daha hayli mesafe var... Sabaha karşi mi varacaklar, gece yarisi mi? Gerçi, onda fazla korkunun yeri yoktur. O terbiyeye maliktir ama, yine de bir korku sarar içini... Mürşide yapişir ve susar... Giderler, giderler, giderler... Ve bir ân gelir ki, bakar, güneş batmiyor. Dehşetler içinde kalir mürid... Evet güneş batmiyor. Ve köye girdikleri zaman güneş, bir tiyatro dekorunun elektrik lâmbasindan yapilmiş sahte güneşi gibi birdenbire yoktur. Cereyani kesilmiş gibi yok...

Buraya kadar olan hiçbir şey degildir. Buradan sonrasi ise harika... Şah-i Nakşibend döner müride ve şöyle hitap eder:

“-Bunlar tarikatın oyunlarıdır! Gaye bu değil!..”

İşte bu lâftır keramat!.. Bunlar tarikatın oyunlarıdır ve gaye bu değildir.

Ve:

“-Bizim bu halimizle ayakta olmamızdan büyük keramet mi olur?”

Diyen bu Şah-i Nakşibend’dir.

Ahlâk faslında da bahsettiğim gibi, Allah’ın lûtfuyle vâsıl olduğu azamete rağmen, bir köpeğin ayağını bastığı yerdeki su birikintisine yanağını koyup:

“-Ben bu sudan da daha adiyim!”

Buyuran da işte bu Şah-i Nakşibend...

Ve bu büyükler için en büyük edep, bu hale geldikten sonra, sımsıkı şeriate yapışmaktır.

Şeriate aykiri söz söyledigi zannedilen Bayazid-i Bestamî Hazretler’inin namazda, şeriatin azametinden kaburga kemiklerinin çatirdadigi duyulurmuş...

Velînin biri zikir halinde köşesinde oturuyor. Kapisi vuruluyor... Bir kadin... Türkistanli bir sultan haremi... Yaninda küçük bir çocuk... Gözleri kör... Elinden tutmuş içeri giriyor.

Velî başini kaldiriyor:

“-Bu nedir?”

“-Gözleri kör, açmanız için getirdim!..”

Ona o kadar acı geliyor ki bu söz, şöyle karşılık veriyor:

“-Ben İsa’yı mücerret miyim ki, körlerin gözünü açayım?..”

Ve infialle kalkarken yerinden bir ses duyuyor:

“-O muydu, o muydu açan?.. Bizdik biz!”

Hemen dönüyor velî... Parmaklarını basıyor çocuğun gözlerine ve gözler açılıyor.

Bunlar, üzerinde inanmanın mantığı olan şeyler değildir.

İşte, Allah Resûlünün en büyük sözlerinden - hepsi birbirinden büyük- biri...

Kıyamet günü insanların başka bir türlü veya burun üstü yürüyeceklerini söyledikleri zaman, ashaptan biri der ki:

“-Ya Allah’ın Reûlü, insanlar böyle burun üstü nasıl yürür?..”

Allah!ın Resûlü cevap verir:

“-Yeryüzünde seni iki ayakla yürüten, orda da öyle yürütür!..”

Bu anlayan için ne büyük sözdür?.. Siz bu olurları, olmazları dinlerken beni nasıl görebildiğinizin olurunu anlatsanıza bana?.. Veya bütün bu söylediklerimi nasıl duyabildiğinizi?..

Ama insanlar, bir açıklık halinde bazı fakültelerine, melekelerine alışa alışa, onları, sanki tapulu mallarıymış gibi görürler ve herşeyi onlara göre olur zannederlerç bir şey onların üstüne çıkınca da, hemen “olamaz!” derler. Onun için, bu olur zannettiklerimizdeki olmazı gören, olmaz zannettiklerimizdeki oluru da görür. Elverir ki, kafasını buraya kadar inceltebilmiş olsun...

Neticede iş dönüyor, büyük rejimin büyük zevati ininde, en büyük keramet, sahte yoldan de benzerini göstermek kolay bir fiil oldugu için, bir yerde toplaniyor: Setr-i keramet... Yani kerameti kapamak, örtmek... Evet; en büyük keramet budur!..

Ben size lâf arasında “Efendi Hazretleri” diye, bazılarınızın ismini de bildiği bir büyük zattan bahsediyorum. Elini öpmeye nail olduğum büyük zâttan... Ben bu zata, Avrupa kültürü namına ne varsa, hepsini ceplerime doldurmuş olarak gittim.

Bana bu konuda bir doktorun bir sözü vardır. Burada şahsıma ait bir methiye payı çıkarsa onu dikkate almayın ve sözün neticesine bakın.

Dedi ki:

“-Senin gibi bir adamı bu hale getirdikten sonra şüphe kalmıyor kerametine...”

Düşündüm: Ben neyim?.. Ama lâfin neticesi dogru... Şüphe yok beni bu hale getirdigine...

Bu büyük zata dikkat ettim daima... Ve kerametin ne demek olduğunu onda gördüm.

Çok çabuk aldanırlar bizde... Hele öyle sahtekârı var ki, bu için... Ve bu iş o kadar incedir ki, ne sakalla biter ne duruşla, ne tavırla, ne edâ ile... Elinize şeriatin terazisini alın hemen... Halledersiniz sahtesiyle hakikisini...

Şimdi, bakin büyük dâva ve incelik nerede?.. Daha önce söylemiştim. Lüzumsuz sualin mânsiz cevabini vermemek... Ömrümde böyle bir insan görmedim. Hiç telâşi yok... Ne kadar icap ederse o kadar veriyor cevabini... Bir insan gördüm ki, karşimda, göz lâzimdi görebilmek için... Bir insan gördüm ki, hayatimda, bir ân bile Ilahî huzuru kaybetmedigi bir bakişta belli Bir ân bile görülemeyen, bir nebatî işle meşgűl oldugu... Çay geliyor, digerleri gibi içiyor. “Ben çay içmem,” demiyor. Aksi, zaten velîlik degil deliliktir. O herkes gibi... En basit insan gibi... Fakat, yerken, içerken, sizinle konuşurken, cevabini verirken daima, gözleri ufuklarin ufkunda bir yere bakiyor. Orayi görüyor ve emrini oradan aliyor. Fakat sizinle de görüşürken, kendini tamamiyle size verebiliyor. Işte bütün incelik... Velî budur ve keramet tavrina benzer bir şeyin dişariya sizinti verdigini görmedim!... Fakat nicelerini gördüm.

Keramet bahsindeyken hemen söyleyeyim: Kerameti velî ancak İlahî emirle izhar eder... Yahut elinde olmadan... İhtiyarî keramet yoktur!...”Gel şunu şöyle yapayım...” Yok böyle şey... Bunlar kat’i kaideler ve şer’i...

Ve nihayet, ben size, keramet taslayanlara tasavvufun nefretine ait âbide çapında bir ölçü vereyim: Bir velînin -ki velî olmaz- kerametini izhar etmesi, yani saklı saklı keramet sahibiyim demeye getirmesi, veya ilân etmesi, bir kadının hayz zamanı kanlı donuyla kendisini çatıdan elâleme seyrettirmesi kadar hayâ dışıdır!... Bu işden o kadar utanır velî

Bu da sahtelerini ve hakikilerini ayırmak için... Ve neler gördük neler?.. Gûya murakabeye dalar, kalkar. Gaipten haber verir. Daha neler neler?..

Bunların hepsi küfre kadar gider.

Şimdi, bütün bu hikâye ediş şeklimiz, anlatiş siramiz içinde, ahlâktan, müride ait vasiflardan ve onun rejimine ait hadiselerden sonra sermayemiz olan aşka giriyoruz.

Aşk... Her şey, her şey, orada başliyor ve orada bitiyor... AŞK... Hemen hemen, şimdiye kadar söylediklerimizin hepsini geri alabilir, teyplerden silebiliriz. Bu mesele ne kafanin, ne aklin, ne kelimenin gitmeyecegi yedir. Bu Allah’in kemendidir. Atar, yakalar. Yakar, kül eder ve her şeyi halleder. Ne şu, ne bu... Bu saadetlerin saadeti mânasina belâlarin belâsidir.

Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin “Satranc-ı Urefa” (ariflerin satrancı) isimli tablosundan daha önce bahsettim. Orada, ortaya kadar kötü ahlâk vardır, sonra iyi ahlâk... Şimdi yeri geldi... “Aşk” diye dört köşe var “Satranc-ı Urefa”da.. Bir kare... Oradan çıkan bir ok doğru ”visale”e atar insanı... İnsan hiçbir yere uğramadan dümdüz İlahî visale varır. Öbür türlü ise, bazı engellerden geçmeye, bir çeşit (kariyer) yapmaya ve bazı baremleri doldurmaya mecbur... Aşk dâvaların dâvası... Onu da birkaç menkıbe ile anlatalım ki, tam istidadı olanın gönlüne bir yıldırım düşsün...

İbn-i Semnun Hazretleri mescitte bir konuşma esnasında aşktan bahsediyor. Evvelâ konuşanı biraz kafamızda canlandıralım. Yüzüne baktığımız zaman nurun kaynadığını gördüğümüz büyük zât... Evet, büyük zahir ve bâtın ilimlerinin sahibi aşktan söz ediyor... Gözleri öteleri gören adam... O anda bir küçücük kuş beliriyor ve gagasını vuruyor eline İbn-i Semnun’un... Ve kuş gagasından sızan incecik bir kanla, orada ölüp kalıyor.

O zaman İbn-i Semnun diyor ki, halka:

“-Aşka ait kelimelerin cemata , nebata ve hayvana tesiri vardir da gafil insana yok!...”

Anlattım, insan düşünce ne kadar düşer, çıkınca ne kadar çıkar?..

Yine aşka ait bir menkibe... Ve yine bir tarikat farikasi meydana çikacak bu vesileyle...

Efendi Hazretlerine yakınlığımdan bir süre sonra, bir gün, Beylerbeyi’inden İstanbul’a inerken, vapurda Remzi Efendi isimli bir Mevlevî Şeyhi gördüm. Bu oldukça eski bir hatıra... Sağ veya vefat etti, bilmiyorum. Bana alaka gösterdi, böyle bir büyük zata bağlılığım yüzünden...

Ve bana onunla arasında geçmiş bir olayı anlattı:

Remzi Efendi vaktiyle İstanbul’daki ilk İlâhiyat Fakültesi tasavvuf müderrisi imiş... Tasavvuf imtihanında mümeyyiz olarak bizim Efendi Hazretlerini rica etmişler... O da teşrif etmiş... İmtihan heyeti oturuyor. Remzi Efendi esas hoca, sağında Efendi Hazretleri...

Bir talebe gelmiş... Sorulan soru şu:

“-Tarikatlar arasında farikalar nelerdir?”

Talebe cevap vermiş:

“- Efendim; harikulâdelik izharında Kadirîler, Rufâiler, aşk ve muhabbette Mevlevîler, zühd ve takvâda Nakşîler...”

Ve hemen ilâve edeyim ki, Efendi Hazretleri Nakşîdir. Soran da Mevlevî... Belli ki, talebenin bu cevabinda biraz da hocasinin hoşuna gitme gayreti var...

Bunun üzerine müderris Remzi Efendi derhal şu suali sormuş:

“-Sen birinden birini tercih mevkiinde olsaydın, hangisini tercih ederdin?”

Talebe gayet güzel bir cevap vermiş:

“-Efendim, aşk ve muhabbete herşey dahildir.”

Ve bizim Efendi Hazretleri’nin duduağı kıpırdamış:

“-Aferin oğlum!..”

Bitmiş imtihan, çikmişlar. Efendi Hazretlerini arabaya dogru götürürken o Mevlevî şeyhi, -anlayin işi, hemen müşkülünü halledecek- demiş ki:

“-Efendim; ben Mevlevîyim, çocuk benim hoşuma gitsin diye aşk ve muhabbetten söz etti. Siz de aferin diye mukabelede bulundunuz. Nakşî oldugunuz halde... Bundaki hikmet nedir?..”

Kendi anlatıyor, Efendi Hazretleri değil...

Büyük zattan şu cevabi almiş:

“-Çocuğun görüşü doğrudur! Aşk ve muhabbete her şey dahildir! Ama Nakşîlerin zühd ve takvâsı o aşkı peçelemek içindir! Çocuk o kadar derine gidemezdi. Ben bunun için aferin dedim!”

Ve Remzi Efendi erimiş bu cevap önünde... Yani Mevlevîlerin aşk iddiasinin çok çiplak kaldigini anlamiş...

Aşk, o büyük dâvadir ki, insani muvazenesizlige kadar götürdügü için, gayet büyük ve muazzam , kul takatinin üstünde bir disipline ihtiyaç vardir. Işte o da, zühd ve takvâ, yani şeriattir! Ona böyle bir boş kutu gibi bakanla, onun tam dolu halini gören arasindaki farki sezmeye davet ederim sizi...

Şu dönen göklere insanlar, gözlerine ilim gözlügü takmiş bakiyorlar. Ve konuşuyorlar:

“-Bütün bunlar madde... Enerji ise maddedeki hareketin ruhu, şu, bu...”

Ve akıl daralıyor, akıl açılıyor, akıl yapamıyor, akıl yapıyor.

Neticede bütün varlıklar âlemi, İlâhî aşk içinde çırpınıyor ve kendi cinsine göre o aşkın bir hissesiyle kendinde hareket kudretini buluyor.

Aşk budur! Aşk her şeydir! Yalniz, aşkin böyle (antitez)leri, zid kutuplari ve sahte benzerleri arasindaki incecik çizgiyi görebilmek, dâvalarin dâvasi...

Aşktan daha fazla bahsedemeyiz. Çünkü insani yildirim gibi vurur. Ve o üç-beş kişilik sohbetlerin mevzuudur. Böyle kalabaliklarin degil...

Ondan bendeki mevcut da bu kadar zaten...

Şimdi büyük dâvaya dogru geliyoruz. Bundan sonra, tasavvuftan, akla düşen son pay olarak vahdet-i vücut meselesi geliyor. Bu meseleyi ilmî ve terkibî, tam izaha çalişacagiz. Üzerinde çok da uzun durmadan...

Bu vahdet-i vücut dâvasının bir ucu küfürdür, öbür ucu ise, imanın ta kendisi... Böyle bir belâlı nesnedir bu vahdet-i vücut meselesi...

Vahdet-, vücudun, evvelâ , tam ilmî bir tasnif halinde üç merhalesi vardır. Kat’i...

Biri Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ne gelinceye kadar, bütün evliyanın hali... Hatta enbiyanın hali... Fakat burada şuura dökülmemiş hal olarak, zevken idrak olarak bir vahdet-i vücut vardır. O haktır ve açıktır.

Sonra, Muhiddin-i Arabî tarafından şuura dökülecek kadar ileri gidilmiş cesaret olarak, bir vahdet-i vücut ifadesi mevcuttur. Ve onun yanlış anlayışından münezzehtir Muhiddin-i Arabî...

Bir de “İkinci bin”in yenileyicisi, ümmetin en büyüğü İmam-ı Rabbanî Hazretleri tarafından yerli yerine oturtulmuş, tashih edilmiş ve mühürlenmiş bir vahdet-i vücut...

Şimdi, birinci merhale: Birnci merhale bir zevken idrak merhalesidir. Zevken idrak... Anlamadan anlamak, hesaplamadan sezmek, sirlardan koku almak... Bu merhalede Allah’in lizatihi- bizatihi tecellisi dâvasi vardir. Zati ile zatina tecelli etmesi dâvasi... Lizatihi- bizatihi... Hemen onun ilerisinde, râbitalardan, zikirlerden sonra zevken varilan bir hakikat bulunmaktadir:”La mevcude illallah”

Şimdi, bu vahdet-i vücutta ne kadar derinleşsek o kadar gidebiliriz. Eşyaya var olma tâkâtini vermemek... Bu apaçiktir. Kim var olabilir?.. Onun var ettigi ayri... Varligin özüne, iç yüzüne kim mâlik olabilir?.. Eşyanin her zerresinde her noktasinda Ilahî nakşi görmek... Ve varligin eşyaya ondan geldigini sezmek... Eşyayai helâkte görmek... Var olani Allah’ta görmek...

Benim cüz’i iradem ve her şeyim var, ama netice?.. Bu o kadar hassas bir nokta ki... Konferansa başlarken tasavvufa ait bir dag misali vermiştim. Asfaltin çimenle beraber takipettigi dag... Hayalin çikamayacagi dag... Işte odur bu nokta...”La mevcude Ilallah”... Ve Allah’in lizatihi- bizatihi tecellisi... Kendisi ile kendisine tecellisi...

Zaten Allah buyuruyor:

“Ben bir kenz-i mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.”

Şimdi eski anahtarlari görüp onlari daha iyi anliyoruz. Bu hazla ve zevkle ele geçen bir vahdet-i vücut idrakidir. Bu idrak, Mutlak vücudu onda görür. Onun dişindaki her şeyi ise helâkte... Fakat yine her nesneye Allahin yarattigi diye bakar. Bu şeriattir! Mutlaka bunun böyle olmasi lazimdir! O şeye, hâşâ, Allah diye bakmaz!

Eyvah, bakın bütün nispetler nasıl inceliyor, inceliyor, incecik bir yola giriyor ve o yoldan insan değil kıl geçemiyor!... İşte, idrak için bu kadar sıkıntılı bir nokta...

Kur’ânda her şeyin Allahin veçhinde helâk halinde olduguna dair bir âyet var... Daha önce bahsettigim o büyük manevî buhran günlerimde, Beyzavî tefsirinde bu âyeti gördügüm zaman yerimden firladim ve kendimi sokaklara attim. Her şeyde onu görür gibiyim. Ilahî çehreyi... Başka hiçbir şey yok... Ne bastigim yer, ne içtigim su, ne şu, ne bu... Lâfta anlatilamaz... Bu âyetin büyüklügünün altinda ezildim!

Bütün bu duygu içinde bu hayat, her şeyin gittigi, kemmiyetler halinde kaldigi, dalgalarla deniz münasebeti gibi, dalgalarin durulup kayboluverdigi fakat denizin daima kaldigi gibi, bir iplikteki halka gibi -çekince halka yok- bir nakiş... Ve olan sadece O...

İşte hak olan vahdet-i vücut... Ve görülen O`nun mahlukları...

Şimdi,işi basite irca ederek daima söylüyorum ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri`nin ``vahdet-i vücut``u şuura yükledigi yük bakimindan çekilir gibi degildir!.. Bir büyük velî oldugu için ona en büyük hürmet içindebunu ifade etmeliyim. Muhiddin-i Arabî`ye göre eşyanin gölgesi bile yoktur.

Yine biraz geriye gideyim... Vahdet-i vücudun ilk haline...

Mansur asılacağı zaman Cüneyt ona der ki:

``-Hak benim deme,sen gölgeye aldanıyorsun!

Onu Hak zannediyorsun!..Zatı gölge ile karıştırıyorsun!..``

İşte tasavvufun ilk devresindeki vahdet-i vücut anlayışı budur!Gölge ve zat...

Ve Muhiddin-i Arabîye gelince iş, bu büyük zat ``eşyanin gölgesi bile yoktur!``der. Yani eşya okadar yoktur. O haldeböyle bir ``yok``içinde insanin kendisini bulabilmesi imkâni da yoktur!..

Bir büyük boşluktayiz.Evet; bakin bu velînin ince noktasina: Eşyanin gölgesi bile yoktur ve o gölgeden bizde kalan son mâna, son his ``Allah``tir!

Eyvah!.. Bu geçitten geçmenin imkânı hemen hemen muhaldir.Yani eserle müessir birleşir gibidir.

Bunun Batı (panteizm)iyle hiçbir münasebeti yok yine...Batı(panteizm)i tabiatta görür - hâşâ - Allahı... Ve tabiatı putlaştırır sadece... Burada böyle değil... Burada tabiat görülmüyor. Sakın küfre götürmeyin!.. Çünkü Muhiddin-i Arabî Hazretlerine küfür isnadı küfürdür!

Bir mümini bir mümine küfür isnadı,o mümin gerçek müminse isnad edene döner. Zamanında, büyük zahir ehli ibnteymîye böyle bir isnatta bulunmuştur Muhiddin-i Arabî`ye... Bunu asla kabûl etmez Bâtın ehli... Ve Muhiddin-i Arabîyi anlamayanların hepsi maalesef dalâlettedir.

Bizde Fusus Şerhi vardir;Bosnavî Şerhi... Baştan aşagi anlayişsizlik... Maarif bakanliginin klâsiklerindede mevcut... Hapishanede okumuştum. Hayretler içinde kaldim. Çünkü ben Muhiddin-i Arabî`yi yakindan takip ettim. Muhiddin-i Arabînin eşyayi yok görüşünde, gölgesinde bile kabul etmeyişinde, o kabűl etmeyişten sonra kalan bir hisse mevcuttur ki, onada zat ile mahlűk denemez. Çünkü mahlűku görmez ve insanda, onlar bir araya gelir vehmi dogar. Bu hiçbir makasin kesemeycegi bir hadisedir. Bunun diş şuur aynalarina yansimasindaki tehlikeyi, ``ikinci bin``in yenileyicisi olan büyük zat Imam-i Rabbanî halledecektir.

Evvelâ Muhiddin-i Arabî`nin şahsi üzerinde biraz duralim. Ona``Hatem-ül Evliya``denir. O hakikaten ilk kismin ``müteahhir- sonradan gelen``idir. Müteahhihirinden kabul olunur. O, bir tek lokmayi agzina almazdi ondan tesbih sesi duymadan... Evet; yedigimiz ekmekler de Allah`i zikreder. Ve onu ancak duyan duyar. Işte, böyle bir velî idi. Muhiddin-i Arabî Hazretleri... Riyaziye cehdini o hale getirmişti ki, -burasi inanilmayacak bir şey gibidir, artik kafa almaz- bir formülü var: Onun buna çarpimi, bunun şuna bölünmesi, nispetler, nispetler... Ve eşit Hazret-i âdem`den son ferde kadar insan adedi...

Muhiddin-i Arabî`ye dönüyorlar, diyorlar ki:

``-Bu da olur mu?..``

Şöyle karşilik veriyor:

``-Kızdırmayın, geleceklerin yüzlerini de resmederim!..``

Hemen ilave edeyim... Batılı, bir çok meselede insaf sahibidir. Dinini kaybetmiş olanların sefaleti önünde batılı çok insaflı kalır. Ve Muhiddin-i Arabî`yi defalarla, defalarla tercüme etmiştir. O nerede bir kıymet bulursa onu araştırmaktan çekinmez. İmam-ı Gazalî`nin de bir çok tercümesi vardır. Batılı deyip geçmeyin!.. Onu hem sıfır görelim hem ders alalım, insaf edelim.

Şimdi, Muhiddin-i Arabî hazretleri`nin kafa olarak gösterdigi tecrit cehdini dünyada gösterebilmiş bir başka adam hatirlamiyorum. Imam-i Rabbanî müstesna... Çünkü Imam-i Rabbanî`nin beyninin her atomu bir güneştir gözümde...

İşte böyle bir cehd... Cebir Arabın keşfidir demiştim. En büyük kıymetini Muhiddin-i Arabîyle kazanmıştır.Ve daha bir çok keşif... Beşyüzü geçkin eser...

Ruhaniyet âleminde Muhiddin-i Arabîye

Sorarlar:

``-Keşit ehli ne diyorsun? Vahdet-i vücutta israr mi ediyorsun?..

Cevap verir:

``-Ne dedimse odur!..``

Ve onun asla küfürle alâkası yoktur: O bir tecellidir ve anlaşılması muhale yakın bir müşküldür. Onu böyle alın ele!.. Muhiddin-i Arabî`nin izahçısı olmak ve vahdet-i vücutu akla anlatmak mümkün değildir!.. Akla beyan edilemez o...

Sizi en son noktaya getirdim...

``Eşya gölge olarak bile yoktur``un ve o``yok`` içinde Allh`i görüp ``O vardir``in hikmeti, ``O vardir, başkasi yoktur`` tarzinda bir vehme dönüyor ki bu vehmi akil ile hal mümkün degildir ve eser üzerinde derinleşmekden ibaret bu bahsin inceliklerini akilla idrak, ancak Muhiddin-i Arabî çapinda velîlerin işidir.

Muhiddin-i Arabînin tecritteki kıymetine bakın ki, buna Fransız tefekkürü bile hayrandır.

Bir hadis:

``-Ez`zıddan Lâ yeçtemian...``

Yani, zıtlar bir araya gelemez, toplanamaz.

Muhiddin-i Arabî zıtlar nazariyesini alıyor ele ve diyor ki:

``-Ama zıtlar, bu bir araya gelemeyiş içinde öyle bir beraberlik içindedirler ki, bir kere buluşsalar bir daha bırakmazlar birbirlerini...``

İşte Fransız tefekkürü buna hayrandır. Ve diz çöker bu tecrit önünde...

Hakikaten bu böyledir. Meselâ ters açı... Biri diğerinin tersi olduğu halde, katladınız mı aynı... Ve bu ayniyet içinde zıddiyet inkişaf ediyor.Müthiş hadise...

``Vahdet-i vücut`` dâvasında Muhiddin-i Arabî ile, kendisinden bir hayli zaman sonra gelen İkinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbanî arasında şu fark tespit edilebilir:

İlkinin, müessiri eserde, ikincinin ise hakikati doğrudan doğruya müessirde araması ve bu yollarda mesafe alması keyfiyeti...

Demek ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri müessirden ziyade eser üzerinde derinleşmiştir. Imam-i Rabbanî de dogrudan dogruya müessirde... Elbette ki, müessir eserin üstündedir. Cümleye dikkat ettiniz mi?..

Bu meselede Muhiddin-î Arabî`yi en küçük mikyasta yanlış anlamak ve anlatmaya kalkışmak küfre kadar gidebilirken aynı dâvanın dalâletten kurtarılması ve yenilenmesi yine velîler velîsi İmam-ı Rabbanî Hazretleri`ne ait kalıyor. Yoksa ``Şeyh-i Ekber`` ünvanlı Muhiddin-i Arabî Hazretlerine isnadı mümkün bir hata yoktur.

Tek, muradı anlaşılabilsin...

İşte bu hikaye bu kadar... Muhiddin-i Arabî`ye ait yanlış anlayışların hepsine birden çatarken, Muhiddin-î Arabî`ye tek bir ok değdirmemeye çalışmak ne zahmetli bir iş?..

Kâinatın en ince ve esrarlı meselesi olan ``Vahdet-i Vücut`` davası üzerinde, değil Yatsıdan Sabah namazına kadar sürecek bir konuşma, millî kütüphaneler dolusu kitaplar karalamak bile kıymet belirtmez.

Nihayet Hicrî 900 küsurda, yani 1000 senesine doğru, 1000 senesi de dahil, İmam-ı Rabbanî Hazretleri dünyayı nurlandırıyor. İmam-ı Rabbanî...Müceddid-i elf-i sânî... Ahmed-î Farukî-i Serhendî...

Bende bir huydur ve kimseye sirayeti şart değildir. Çok zordur bu noktada konuşmam... Çünkü ben İmam-ı Rabbanî'nin ismi çıkarken ağzımdan, titrerim. Öyle bir büyüktür. Ve bu ikinci 1000'in yenileyicisidir. Yüzyılın, asrın değil... İkinci 1000'in... İkinci 1000, içinde bulunduğumuz 1000...

Ya birinci 1000'in yenileyicisi kimdir?.. O, bütün zaman ve mekânın yenileyicisidir. Bu ikinci 1000 tâbidir. Metbu, yani kendisine tâbi olunan ise O'dur.

Evet; İmam-ı Rabbanî Hazretleri... "Müceddid-i elf-i sânî"... Yani "İkinci 1000'in Yenileyicisi"...Düşünün taşının, ünvanın heybetini!.. Hayatını bir eserde ayrıca yazıyorum. Burada uzun uzun durmayacağım. Yanlız bu büyük zat, şeriati, noktası noktasına bir daire halinde çevirdikten sonra, onu, hikmet, vecd, aşk ve keşif halkasına noktası noktasına mutabık, değişmez İlâhî kanun olarak anlayan ve ondan başka ölçü kabûl etmemenin tam hakikatini getiren büyük insandır.

Muhiddin-i Arabî Hazretleri'nin dâvası iki kelime ile şudur: "Eşya yoktur!" Doğrudur. Hiçbir şey aslı ile mevcut değildir. Tamam... Fakat onun bir gölge-vücudu vardır. Yani Muhiddin-i Arabî'nin ifadesine mukabil bir gölge-vücud... Ve o gölge-vücud "zat"dan gayrıdır. O değildir, ona tersdir. Evet; gayrdır ve o gayr "var"dır. Bu "var" noktasını tutamazsak işimiz zaten çok zordur.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri büyün vahdet-i vücudu zevken tasdik ettikten sonra onu eşyada bir şuhud vahdeti, delâletler vahdeti olarak ele alır. Esası" vahdet-i şuhud"a bağlar. "Vahdet-i şuhud"da budur ve eşyanın gölge-vücudunu kabûlden ibarettir. Yani gölge-vücud "var"dır.

Şimdi en büyük derinliğe geldik. Bakalım tahammül kabil mi?.. Bir adama sorsanız muhal farz dedikten sonra... Muhal farz... Bu dinde metottur. Muhal farz dedikten sonra insan her şeyi söyleyebilir korkmadan... Evet; deseniz ki, "muhal farz Allah olmasa ne olur?.. "Yokluk"der, değil mi?.. Peki yokluk olunca ne olur?.. Yokluk diye ayrı bir "var"a ihtiyaç olur. Demek ki, yokluk da bir mahlűk...

"Var mıyız, yok muyuz?"... Filozof (Dekart)ın "mademki düşünüyorum, o halde varım" sözü çilesi çekilmemeiş bir edadır.

Benim bir şiirim:

"Yok"bir "var"dır;

Geçit vermez,

Dar mı dardır!

"Yok" bir "yok"tur.

Akıl ermez,

Ne de çoktur!

"Var" bir "yok"tur.

Yusyuvarlak

Dönen oktur.

"Var" bir "var"dır;

O'na varmak...

Bu kadardır.

Tek tek izahı kâbil, eğer zevken anlatamıyorsam...

"Yokluk"da yokluğu düşünmek mümkün müdür?.. "Yok", unutmanın da hatırlamanın da olmadığı yer...Öyle bir yer ki, orada "yokluk"da yok... Maddeciler bununla bulur tesellisini...

Tam yeri geldi. Bir gün Nazım Hikmet'le konuşuyoruz.Uhrevî âlemden bahsederken bende "yokluk" korkusu olmaz Fakat, Moskava'nın bir marka, deri markası halinde onbeş dakikada bir talebe ihraç eden makinesinden mezun bu cevabı hatrımda:

"- Yokluk'da, yokluğu da duyamıyacak bir rahatlıkta olacağım.Yani varlığın ıstırabını çekemeyecek,var olmanın da, yok olmanın da şuuruna mâlik bulunmayacağım!"

Madde felsefesi yokluğu kendine göre tarif etmiş... İnsana bir teselli verecek hal... Gidiyoruz ya; mezar açık, "ölmeyeceğim" diyen kim var?.. Maddeci kafa konuyu halledecek, ona böyle bir yafta koyacak ki, biraz rahat ölmeye çalışsın!..

Şimdi meseleye gelelim İlâhî varlık ve İlâhî azamet, O varlık ki, "yokluk" da yok onun önünde... Yani "yokluk" bir mahlűktur; haberiniz olsun, demin de söylediğim gibi "adem" bir mahlűk...

İşte İmam-ı Rabbanî:

"-Adem (yokluk) bir mahluktur. Çünkü yok nasıl olur? Var olan yanlız O'dur. Ebediyen vardır. Ve yokluk kendi zatiyle yok..."

Bilmem, biraz zevken analtabildim mi?... Eğer, bu kafamdaki illetle sizi yivlere sokacak kadar devam edersem bu sıkışık yerde müthiş işkence naraları duyulur. Bu kadariyle kalalım. Bu aklın da yok oluğu yerdir!.. Ve şimdi bunun müthiş misalini koyacağım! Aslı ve hakiakati "Vahdet-i vücut"da...

"Zaman"a geldik. Şu belâlı mefhuma... Zaman nedir? Bizzat ben, çektiğim çile ile hakikaten cinnetin ilerisinde bir âlemi zaman vehmi içerisinde yaşadım.

Bir at giderken adımını attığı zaman, adımın atılması için gereken her vakfede (durak) zaman yok, her yeni vakfede ise var... Nedir bu?.. Gideni tutmak mümkün değil, geleni tutmak mümkün değil... Adeta zaman bir mızrağın ucundaymış gibi; bir uç noktaya basar her ân... Bu tutulmaz haliyle zaman beni çıldırtıyordu... Sonra ileride İmam-ı Gazalî'yi okuduğum zaman, onun da nasıl bu buhranı çektiğini hakikaten tahkiki olarak gördüm.

Şimdi tasavvuf ehli... Nasıl, Batılı bütün maddenin topoğrafyasını şahane bir şekilde çıkartmışsa, Doğulu, yani tasavvuf ehli de ruhun topoğrafyasını öyle bitirmiştir. Maddeye lâf mı kalır ondan sonra?..

Onlar zamanı, yağmur dindikten sonra oluktan inmeye başlayan damlalara benzetirler. Durduktan sonra... Bu hal yağmurun bitmesine yakın daha çabuk anlaşılır. Yavaş yavaş damlaların kopuntuları görünür. Ve yavaş yavaş damlalar üst üste inmeye başlar.

Netice: Zaman, bir varlık ve bir yokluğun üst üste gelmesi ve birbirini takip etmesi hadisesidir. Müthiş bir ân...

İkinci Bölüm: İSLÂM TASAVVUFU - 1

İşte geldik Tasavvufa... Ana dâva ve mevzuumuza... Evvelâ bu azîm dâvaya dipsiz bir denize dalar gibi atılırken, büyüklerin tarifleri üzerinden kısaca geçelim:

Cüneyt:

“-Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi...”

Yine Cüneyt:

“Gayr ile alâkasız olarak Allah ile olmak...”

Yine Cüneyt:

“-Toplanarak zikr, duyarak vecd, uyarak amel...”

Bunun aslı şöyle:

“-İçtima ile zikir, istima ile vecd, ittiba ile amel..”

Yine Cineyt:

“-Şeriatin yasak ettiği şeyler ve kötü ahlâka karşı devamlı mücahede”...

Muhammed bin Aliyyül-kassab:

“-Keremli zamanda, keremli kavm içinde, keremli insanda, keremli ahlâk...”

Bu ahlâk herkesin çok iyi bildiğini sandığı umumî ve orta malı ahlâk değil... Ahlâkın ahlâkı...

Ebu Muhammed Cerirî:

“-Bütün halinde iyi ahlâka girip kötüsünden çıkmak...”

Yine Ebu Muhammed Cerirî:

“-Hallerin murakabesi ve edebin muhafazası...”

Buradaki edep de derinliğine sonsuz derecede ince bir mefhum... Bilinen basit edeplerden değil... Yeri gelecek...

Mâruf-u Kerhî:

“-Hakikati yerinden almak ve halktan elini çekmek.”

Şiblî:

“-Kesiksiz Allah ile olmak...”

Yine Şiblî:

“-Halktan kesilip Hakka bağlanmak.”

Yine Şiblî:

“-Yakıcı şimşek...”

Bu bir tarif mi? Tariflerin tarifi... Bu üzerine dağlar yıkılan bir insanın doğrudan doğruya uğradığı hal olarak belki tariflerin en güzeli... Yakıcı şimşek... “Berkatün muhrika”...

Ebu Ali Ruzibâri:

“-Uzaklığın kederinden sonra yakınlığın safası...”

Ebu Türab:

“-Hiçbir şeyde kedere düşmemek ve herşeyde safa bulmak...”

Salűkî:

“-Şer’î yasaklar dışında kaçınmayı ve karşı durmayı bırakmak. İraz ve itirazı terketmek...”

Ve Mansur... Tam asılacağı zaman, soruyorlar:

“-Tasavvuf nedir?”

“-En aşağısı, şu bende gördüğünüz haldir!”

“-Ya en yukarısı?”

“-Onu görmeye size yol yoktur!”

Bu arada bütün tarifleri aldığımız, yüksek ismi sık sık geçecek olan, bir de mürşidim ve kurtarıcım Abdülhakîm Arvasî Hazretleri var ki, bütün bu tarifleri naklettikten sonra; dünyanın en kuru ifadesiyle, en büyük hakikatı zaptetmiş olarak şöyle diyor:

“-Tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp melekî sıfatlar ve ilahî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir hal...”

Şimdi, tasavvufun isim ve iştikakı üzerinde duralım... İsim ve kaynak... Bunlar hiçbir yere götürmez adamı... Kelimelere kaynak aramakla işin içinden çıkılmaz. Ama bu ilmin vazgeçemeyeceği usűldür.

Abdülhakîm Arvasî Hazretleri isim ve iştikaktan bahsederken şöyle açarlar dâvayı:

“-Safa her lisanda güzel, ve aksi olan keduret her lisanda çirkindir.”

(Paskal)dan bahsederken bir lafını söylemiştim: (La joie-safa, nişat, ulvî neş’e)... Yoksa bayram yerindeki salıncak safası değil... Büyük, ebedî safâ... İşte onun yeri geldi. Demek ki, Abdülhakîm Efendi Hazretleri ibaresinde “safa her lisanda güzel, aksi olan kedûret her lisanda çirkindir!” diyerek tasavvufun iştikakından bir kapı açıyor bize ve hemen arkasından ilave ediyor:

“-Allah’ın Resûlü, bir gün sahabîler meclisine simalarında bir tagayyür eseri olarak (yüzleri değişmiş olarak) müteessir bir yüzle giriyorlar ve diyorlar ki, “dünyanın safası gitti ve kederi baki kaldı.” Yani safa devri gitti ve keder devri başlıyor.”

Ne güzel, bütün etrafiyle tahakkuk etmiş bir hadîs... Artık güneşi batmıştır dünyanın ve zulmetleri kara taşlar halinde üzerimize yığılmaktadır.

Abdülhakîm Efendi Hazretleri bu hadiste tasavvufun safadan geldiğine ait bir remz bulurlar. Bir işaret, bir alâmet... Gerçekten safa ve saffet bütün peygamberlerin vasfıdır. Hazret-i Adem’den son Resûle kadar... Ve Kur’ânda peygamberler hakkındaki sıfatlardan dört sıfat: Istıfa, estafî, yestafî, mustafa... Bu sıfatlar bütün peygamberlere şamil...

Bir nazariye daha var: Sof... Yünden bir kumaş... Hepsinin elbisesi bu... Tâbilerden biri “ben ashabtan şu kadarını gördüm, hepsinin elbisesi softandı” demiş... Softan da gelmiş olabilir kelime... Nihayet bütün bunlar yakıştırma sözler... Doğrusu bunlardan birisi olabilir. Veya hiçbiri... Tasavvuf bir hal, varılmaz bir hal, kelime üstü hal... O halin ismi ne ise tasavvuf da o... Bunu böyle almak lâzım... Kelimelerin, lâfların, lűgatların çekicisi olmamalı...

Şimdi bütün bu tarifler ve kelime ayrılıkları içinde, o muazzam keyfiyetten hisler âlemine ve şuura, muhakkak onu ihata edememek şartiyle, ihata edemiyeceğimizi bile bile bir tarif aksettirmek mevkiindeyiz. Yukarıdaki büyüklerin tariflerine dikkat ederseniz onlar bir şey tarif etmek iddiasında değiller... Onlar, hali yaşıyanlar ve olanlardır. Onun için onların tarifinin en güzeli olamaz. Fakat onların tarifleri birşeyi şuurda zaptetmenin endişesi ile olmamıştır. Kendi mizaçlarına göre, çizgilerine göre o aynaya düşen kırıntılardan birkaçını vermişlerdir. Şimdi biz toplayıcı olmaya çalışacağız, çünkü biz mahrumlarız, onlar mâlikler... Onun için bu tarifi doğru yapmak endişesinden münezzehtirler. Biz bu işi lűgata dökeceğiz. Lűgat ne belâ!.. Burada bir şiirimden, büyük bir “entellektüel kriz”imin, fikir çilemin neticesi olan bir manzumeden bir kıta okuyacağım:

Lûgat bir isim ver bana

Herkesin bildiği dilden bir isim...

Eski esvaplarım tutun elimden

Aynalar, söyleyin bana ben kimim!

Lûgat... Lûgatta iş yok! Ama onsuz da olmuyor. Lűgata bu endişeyle bir şeyler dökmeye çalışalım. Tasavvufu kelimede bir mazruf değil, zarf ve ambalaj ifadesiyle ele alıp demin dediğimiz gibi lűgatla izah etmek lâzım gelirse diyebiliriz ki, o, insanın iç memuriyeti, oluş gayesidir. Ve nihaî oluşu... Bir çok insana mahremdir bu iç memuriyet... Kulluğu bitirip, üste çıkmak değil... Kulluğun hiç bir ân ve mekânında üste çıkmak yok... Boyuna yüceltmek var kulluğu... Kulluğu bitirip İlâhî huzura ermek ve Allah’ı bulmak dâvası... Bulmak da oraya varmak değil... Bu incelikleri göreceğiz. Ve nihayet “Mutlak”ta fâni olmak... Ve onda bekâ bulmak gayesi ve rejimi... Bu lâflar işte lűgatler alemine göre birşeyler söyler. Buna rağmen bu tariflerin hepsi akla göredir. Akıl ise tasavvufa göre değil...

Ve sayısız gidebilir bu tarifler... Şimdi müşahhas ve hususî bir tarif yapalım ve bu tarife mutlak diyelim: Evet bu tarif mutlaktır ve “tasavvuf dine sonradan eklemedir!” diyenlere cevaptır.

Tasavvuf, O’nun ruh emanetidir! Tasavvuf, O’nun bâtınıdır! Tasavvuf O’nun özüdür!.. O, kâinatın varlık sebebi, Allah’ın Sevgilisi ve insan ehramının son noktasıdır!

O budur!

Âdem Peygamberden itibaren bütün nebiler ve resûllerin iç halinin tasavvuf olduğunu söylemiştik. Âdem Peygamberden itibaren bütün nebîlerin bir vazifesi var... Ama hepsinin nübüvvet ve risalet hakkı üzerinde en küçük mübalağa, aksine küfre kadar gider. Fakat vazifeleri birdi... Allah, İlk Peygamberine bir sancak teslim etti. Tıpkı bayrak yarışı gibi... Sen ona, sen ona vereceksin ve bayrak aslî sahibine gelecek!

İşte O, budur!

Hepsi bir zaman ve mekân içinde sancağı sadakatle birbirlerine verdiler ve daima O’nu haber vere vere geldiler. Nihayet sancak sahibine geçti. Ve O, kemmiyet hesabında sonuncu oldu. Keyfiyette ise, ilk ve son...

Hazret-i Âdem cennette Allah Resûlünün ismini gördü. “Kelime-i Tevhid” içinde... Ve Allah’a yalvardı:

“-O’nun aşkına beni affet!”

Allah da ona:

“-Seni affettim!” dedi; “O’nun aşkına...”

Onu böyle anlamak lâzım...

Tasavvufta gayenin aslî sahibi Muhammedî hakikatin mazharıdır. Öbür nebîlerin hali de bu ferdî ve Muhammedî hakikat üzeredir. Bu mutlak ifade... Akla göre nisbeti malûm fakat himmeti tabiî yine aklın fevkinde... Ve akla göre bu mutlak ifade şimdi şöyle bir noktaya çıkacak:

Şeriat Resűlün zahiridir. Tasavvuf ise bâtını... Zahir, bâtın farkı... Zahir ve bâtını şöyle bir hesaba tâbi tutmamız lâzım gelir. Bir mimari düşünün... Hayalin görmediği mimarî... Bütün çizgileri, motifleri mukavemet hesapları, zarafet üslubuyla muazzam bir mimarî... Cephe... Bu şeriattir. İçinde hiçbir ışığın ifade edemeyeceği nuranî pırıltıların kaynaştığı hâs odası da tasavvuf... O’nun bâtını... Şu var ki, Nebî beşeriyete bu binanın zahirini ve zahirinden gelecek kapının içindeki kurtuluş odasının kanunlarını tebliğe memurdur. Memuriyetinin aslîsi ve belki nihaîsi öbürüdür. Fakat Allahın kanununda, o büyük zirve noktasına doğru giderken kemmiyetlerin yani kalabalıkların ayıklana ayıklana gitmesi lâzımdır. Onun içindir ki, şeriat umuma, en küçük adamdan en büyüğüne kadar tebliğler manzumesidir. Öbürü ise açık bir kapı halinde herkese bir tebliğ manzumesi değildir. Netice davet noktasıdır. Fakat herkese mahsus değil... Şeriat umumîdir, Tasavvuf hususî...

Zaman zaman bir takım sözler olur. Garip garip dedikodular... “Şeriat tasavvufa uyar, onu uygun bulur” gibilerden... Buna da güzel bir riyaziye mantığı ile şöyle cevap vermek icap eder: Onun zahiri onun bâtınına ne kadar uyarsa tasavvuf da şeriate o kadar uyar. Yani bedahet bu... Uymak demek de bu zaten... Ben elbiseme ne kadar uyarsam, o da bana o kadar uyar. Ve bunlar, kıl kadar çözülmez birbirlerinden... Şu halde biraz önce de söylediğim tarzda, dinin insanlığa mahsus esası mutlak olarak şeriattır!.. O şeriatin de mahrem özü tasavvuf... Birbirinden ayrılmaz bunlar... Fakat tasavvufu şeriatten çıkarıp bir nevi –hâşâ- eğlence vasıtası, bir his manzumesi kabûl eder gibi ondan ayırırcasına “dinin esasıdır!” demek cinayettir. Şimdi tasavvufun Allah’ın Resûlü’ne olan nisbetinin bir takım şifreleri üzerinde duralım ve bunu şöylece gösterelim. Yani tebliğ etmedikleri hadisenin ne kadar kendi özlerine ait olduğunun işaretlerini verelim:

Hadîs- i Kutsî... Hadîs- i Kutsî Allah’ın kelâmıdır. Kur’ân da Allah’ın kelâmı... Fark nedir derlerse bu bir şer’î mesele olur. Kur’ân melek vasıtasıyla tebliğ edilen Allahın kelâmıdır. Hadîs- i Kutsî ise şöyle: Resûlullahı bir nur kaplar ve Allah kelâmına mukaddes dudakları bir mecra olur. Melek vasıta olmadan... Buna Hadîs- i Kutsî denir.

İşte bir hadîs- i Kutsî:

“Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım.”

Allah’ın kelâmı... Şu Hadîsin üzerinde biraz vecd ile bakacak olursanız, tasavvufun özü söylenmiştir.

Kur’ân’da Yasin, Elif, Lâm, Mim, Nun vel– kalem gibi sûre başlarında bir takım esrarengiz harfler vardır. Buna “Tavasin– ül Kur’ân” denir. Mansur’un da yazdığı tek kitap, Tavasin– ül Kur’ân(bir ismi daha var) isimli eser...

Bunlar nedir? Şu, bu tefsire kalkar. Kur’ân tefsiri ne azim bir dâvadır. Bahsimiz bu değil... Kısaca söyleyelim. Bunlar en emin velînin ağzından şudur:

“- Sevilen ile seven arasındaki şifreler...”

Şimdi bu türlü şifreler üslűbu ile, tasavvufun, asla(direkt) tebliğ edilmemiş olmak şartiyle Resűlüllah’a nisbeti üzerinde alâmetler... Miraç’ı alalım ele... Miraç insan aklını berhava eden bir büyük vakıa... Miraç’ın Mescid– ül Haram’dan yani Kâbe’den Mescid– i Aksa’ya kadar olan kısmına inanmamak Kur’ânın nassı olduğu için küfürdür. “Oraya kadar inanayım da diğer tarafa inamayayım” demek de iman değil... Vakıa mühim... Burada akla tâkat yoktur. Akla tâkat olmadığını büyük akıl sahipleri akılla tahkik etmişlerdir. Nitekim Miraç olup bittikten sonra, bunu haber alan müşrikler doğru “en büyük delili kazandık” diye Hazret– i Ebubekir’in kapısını çalıyorlar. Kendisini çağırıyorlar:

“- Yâ Ebubekir buna ne dersin?”

Ve anlatıyorlar:

“- Burak’a bindi, göklere çıktı. Allah’a vâsıl oldu, onunla konuştu. Akıl, fikir, idrak ve her şey bunun karşısında...”

Hazret– i Ebubekir’in tavrına bakın!.. Buradan imanın metodolojisine ait, usûle ait en güzel davranışı kazanacaksınız.

Diyor ki:

“- Bunları kim söyledi size?”

“- O söyledi.”

“- O mu söyledi? O söylediyse doğrudur!”

Bu ne azim cevapdır! Yani, “O söylediyse diyeceğim yok; O söylediyse tamam”... İman budur!..

Şimdi Miraç... Miraçta safha safha birçok tecelliler var... Birçok esrarengiz oluş... Nihayet Cebrail, Allah’ın Resűlünü “Sidre– tül Munteha” dediğimiz noktaya kadar getirir. Bu aklın münteha noktasıdır. Nihayet noktası... Cebrail mahlűka ait aklın son noktasını temsil eder. Kul aklının sonunu... Kuldaki aklın kula ait son merhalesini...

Der ki:

“- Ben buradan ileriye gidemem!.. Bir adım daha atarsam kanatlarım yanar!”

Allah’ın Resûlü sorar:

“- Nasıl gidilir ileriye?”

“- Aşkla gidilir!”

Ve bir püskürüş gibi, nur püskürüşü gibi bir tecelli içine bırakır kendisini... Ve erer.

Burada aşka ait bir alâmet alıyorsunuz Miraç’tan... Şimdi tasavvufun pek az adam tarafından bilinen en büyük tatbikat tarafı Allah Resűlünden başlamış olarak göz önüne serilecek...

Hicret zamanı... Hicrette herkes Medine’ye gider. Allah’ın resûlü yalnız Hazret– i Ebubekir’le yola çıkar. Dikkat edin, burada dostun, bir ehli beytten olmayanlar dâvası vardır. Hiç teşbih kabûl etmez ama hatırıma Şekspir’in Hamlet’inden bir sahne geldi. Hamlet Aşkın adamıdır Ofelya’ya karşı... Basit aşk o ama, bir hikmet noktasından mühim... Mezarına gittiği zaman Ofelya’nın kardeşi gelir. Yani biri Ofelya’nın sevgilisi, biri öz kardeşi...

“- Burada ne arıyorsun?”

Der Hamlet’e...

“Benden başka kardeşimi kim arayabilir?” gibilerden...

Hamlet sorar:

“- Sen kimsin?”...

“- Kardeşiyim; peki ya sen kimsin?”...

“- Ben Hamlet!”...

“- Hakkın nedir?”...

Hamlet döner ve şu cevabı verir:

“- Kaç yüzbin kardeş bir Hamlet eder?”...

Buradan da anlayın; O’na bağlılığın ve aşkın ifade ettiği yakınlık kaç yüzbin yakınlığın üstündedir. Hazret– i Ebubekir ashabın en büyüğüdür. Tereddütsüz bunu da mutlak olarak söylemeliyim size... Ve onun sahâbetini inkâr küfürdür! Ve böyle bir insanın, nebî olmamak, nebî bilinmemek şartiyle, küre– i arzda yoktur ikincisi... O açıklıkla inanan adamdır. Ve ispatın üstündedir. Öyle bir inanışı vardır ki, ispat gerisinden gelir. İşte onunla yola çıkar Allah’ın Sevgilisi... Kolkola kumların üstünde yavaş yavaş giderler. Sevr mağarasına girerler. Tarihi taraflarını biliyorsunuz. Ve Sevr Mağarasında en gizli “has oda” esrarı açılır. Hazret– i Ebubekir’e iki dizi üzerine çökmesini emreder Allah’ın Resûlü... Çöker. Dilini damağına yapıştırmasını emreder. Yapıştırır. Ve gözünü yumup zikretmesini emreder.

Ashabın en küçüğü, Vahşi’dir. O da mutlak... En küçüğü Vahşi, en büyüğü Hazret– i Ebubekir... Buna rağmen bütün ashap kadrosunun her biri kat’i mutemettir. Hiçbir tarzda şüphe edilemez. Edilemez ama, dereceleri olduğu da muhakkak... Nitekim Mekke’nin fethini yine Hazret– i Ebubekir’den başka kimseye söylemez Allah’ın Resûlü başta...

Mağaradan çıkarlar, zahir âleminin mükellefiyetleri içine girerler ve bu “has oda” esrarı, orada mühürlenir.

Sonra bir azim alâmet daha... Bir cihaddan dönüşte, atlarının üstünde Allah’ın Resűlü yürürlerken yanlarındaki ashabına şöyle buyururlar:

“- Şimdi cihad– ı asgardan geliyoruz ve cihad– ı ekbere gidiyoruz.”

Sorar biri:

“- Ey Allah’ın Resûlü, cihad– ı ekber nedir?”...

“- Tek insanın kendi nefsiyle boğuşması...”

Yani milyonluk orduların, milyonluk ordularla, milletlerin milletlerle boğuşması cihad– ı asgar(küçük cihad) ... Bu da bütünüyle tasavvuftur. Bilenler ve nefsini tanıyanlar için nefse karşı cihad...

Mareşal merhum Fevzi Çakmak (beni pek severdi)... Onda tasavvuf zevki verdi. Kendisi bir mareşal olduğu halde cihad-ı asgara kumanda mevkiinde olduğunu bilirdi. Ve cihad-ı ekberin de insanın nefsiyle savaşmak olduğunun farkında idi. Gönül ister ki, cihad-ı asgarın her ferdi de cihad-ı ekberi bilerek bu savaşı yapsın.

Şimdi, biraz velâyetten söz edelim, tasavvufa tam girmeden... Velâyet hususiyetlerinden bahsetmek için Üveys-el Karanî’yi ele almak lâzım... Şu halkın “Veysel Garanî” dediği zatı... Üveys-el Karanî... Yemenli... Biraz sonra ahlâk bahsinde üzerinde uzun duracağız. Allah Resűlünün devrinde “Kutb-u Medar” olmak derecesi – bu bir tabirdir çoğumuz bilmez, velâyette en büyük kutuplardan biri- Üveys-el Karanî’deydi. O tam bir müslümandı tabiî... Ve tâbi olmanın haricinde bir hususiyeti yoktu... Çünkü ashabdan değildi. Çünkü Allah’ın sevgilisini görmüş değildi.

Sahabî nasıl olur?.. –Sağa sola atlıyor konu ama çabucak söylemek lâzım– Sahabî O’nu görendir!.. O’nun ne olduğunu anlattık. O anlatılmazı... O’nu gören, mümin olarak gören... Görmese de O’nun tarafından bir kere görülen... İsterse uykuda olsun... Onun için sahabînin kıymeti nefsine bağlı değidir. Gördüğü veya tarafından görüldüğüne bağlıdır. Şimdi farkı anlıyacaksınız. Üveys-el Karanî Allah Resûlünü görmek istedi. Ve görseydi belki, sahabîlerin en büyüklerinden olurdu. Fakat annesi razı olmadı buna...

İslâm ahlâkında anneye karşı gelmek yoktur! Sırası gelmişken söyliyelim... Büyük velîlerden bir tanesinden annesi su ister. Kış gecesi aşağı iner, doldurur testiyi. Fakat testide su hemen donmak üzeredir... Elleri donar gibi... alır, getirir. Bakar ki, annesi dalmış... Uyandıramaz, uyanıncaya kadar, sabaha kadar bekler ayakta... Annesi uyanır. Bakar ki, eli buz içinde velînin...

Sorar:

“- Benim için mi bekledin bu kadar?..”

Ve susar velî... “Senin için” bile diyemez...

“- Allah senden razı olsun!”

Diye mukabele eder anne...

O ne duadır... Ve o ne hal!.. Üveys-el Karanî annesini kıramamak, “hayır” diyememek mecburiyeti önünde, Allah’ın Resûlünü görememek gibi bir nimetten mahrum olur. Nihayet çok sonra ashaba iltihak ederek ancak tâbilerden olabilir. Tâbiler sınıfı... Böylece sırası gelecek dinin ümmette en büyük adamı olan İmam-ı Rabbanî bahsinde göreceksiniz; Velînin en büyüğü, sahabînin en küçüğünün, atının burnundaki toz bile değil... Hep tekrarlayalım ki, bunlar, kafamızda baremleşsin ve intibak mecburiyeti anlaşılsın...

Şimdi bir incelik geliyor... İşte: Velâyet Nebînin, Resűlün iç ve gizli hali, nübüvvet ise tebliğ ettiği ölçüler manzumesi, dış haliyken acaba nebînin velâyeti nebîliğinden üstün müdür, değil midir? Nebînin kendi velâyeti... Buna da İmam-ı Rabbanî Hazretleri gayet güzel ve bedahet halinde bir ölçü koyar ve “hayır” der; “Nebînin nebîliği kendi öz velâyetinden üstündür!” İşte, buradan yol aramak istemişlerdir bazı Bektaşi mizaçlar...

Evet; nebînin nebîliği kendi velâyetinden üstündür! Hazret-i Ebubekir’in büyüklüğü de, bu velâyetin kendi içinde olarak nübüvvet makamına sıddıkiyetle bağlı olmasındadır. “Sıddık-i Ekber”dir ismi... Ve o, derecelerin en üstünüdür.

Şimdi, bütün bu alâmetlerden sonra, tasavvufun Allah’ın Resűlune ait nisbetinin ve oradan gelen yol olduğunun ve her şeyin orada bulunduğunun kısaca anlaşılmasından sonra, tasavvufa geçerken bir kıymet hükmü koyalım. İşte Allah Resűlünden itibaren tâ 1. Asır sonu ve 2. Asır başlarına kadar müesseseleşen yalnız şeriattir. Tasavvufta hiçbir müesseseleşme görülemez. Gayet tabiî olarak, o bir iç bünye esrarıdır ve müesseseleşmeden gizli gizli seyreden bir ruh halinde devam eder. O sırada ruh deryalar gibidir. Sonradan durulur. Müesseseleşmiş olmakla o deryanın üzerine çıkamaz.

Şimdi kıymet hükmü:

“Tasavvuf bir cephesiyle ilimdir. Mevzu bakımından zahirî ilimlere nispeti – bütün zahirî ilimleri koyabilirsiniz içine- denizin damlaya nisbeti gibidir.”

Bu ölçü büyük mutasavvıflarındır. Benim değil... Ve onlar hemen ilâve ederler:

“Bu, müessirle eser arasındaki fark gibidir.”

Hangi eser müessirden üstün olabilir? Bu, Allah ile kâinat dâvasıdır. Kâinat ilmi nasıl zat ilminden üstün olabilir? Ve nihayet şer’i bir tabirle “vücup âlemi ile mümkünat âlemi arasındaki fark”... Mümkünat ne kadar sonsuz olursa olsun, kat’iyet âlemine nasıl nispet olunabilir?.. Nihayet keyfiyetin kemmiyeti yerine saf ve mutlak keyfiyetin keyfiyeti meselesi... İşte budur tasavvufun öbür ilimlerden farkı...

Peki aleti nedir? Aleti de zevk ve vicdan!.. Akıl değil.. Bir “zevk’en idrak” bahsi vardır ki, yerinde anlaşılacak... Fakat burada aklın hissesi vardır. Akla verilen hisseler... Biz bu hisseler üstündeyiz. Bu hisselerin de felsefeye benzer bir tarafı vardır. Şeriate asla!.. Çünkü şeriate uygun olmak şartiyle bir hikmet üzerinde hudutsuz yollar açmak mümkündür. İşi mutlaktan çıkarıp sağ sol ihtimallere dökünce de felsefe girer işe... Bu ise şeriatte yok...

Şimdi öz keyfiyete girmeden tarihî seyrini takip edelim işin... (Önümdeki notlar, sadece fikir başlarıdır bu konferansın... Bir tahkiye yani tertip takip ediyor bu dikkat olunursa... Bu tertipte muayyen ölçüler nazara alınmıştır. Ona göre gidiyoruz. Bir kemmiyete, bir keyfiyete... Ve bir şurası, bir burası derken mümkün olan büyük idraki tenine çalışıyoruz! Metodumuz bu...)

Şimdi tasavvufun isimleşmesi ve müesseseleşmesi... Bu Hicrî 1. Asır sonunda başlar. Ve ilk mutasavvıf Ebu Haşim Es-Sofi’dir. Zünnűn-u Mısrî değil... Ebu Haşim Es-Sofî, Şamlıdır ve bu lâkabı ilk taşıyan... Meşhur müçtehitlerden Süfyan-ı Sevri’nin çağdaşı...

Zâhir adamı Süfyan diyor ki:

“- Ebu Haşim Es-Sofî olmasaydı ben Rabbanî incelikleri anlıymazdım. Yani okuttuğum şeriatin ruhunu... Ve tasavvuf nedir bilemezdim.”

O Süfyan ki, kadın evliyadan Rabia-tül Adviye Hazretlerinin yanına gittiğinde:

“- Mahzunum, mahzunum!”

Demiş...

“- Neden?”

Diye mukabele etmiş Rabia Hazretleri...

“- İstemiyorum dünyayı da ondan...”

“- İşte bu derece, istemektir! Bu senin mahzunluğun bir memnuniyetin arzusudur!”

Şu kadın evliyanın sezişindeki inceliğe bakın!..

Bu da istemenin bu türlüsü...

İlk Sofi, Ebu Haşim Es-Sofî... Ve nasıl oluyor, ilk dergâh ilk defa nasıl bina ediliyor, çok enteresan!..

Zamanın emiri at üstünde maiyeti ile geçerken, bakıyor, ovada bir adam duruyor dimdik... Dikkatini çekiyor bu hal, durduruyor atını ve seyretmeye başlıyor. Bakıyor ki, karşıdan biri daha geliyor. Ovada, dimdik ayakta duran adama doğru... Ve sarılıyorlar birbirlerine... Gözleri gözlerine kaynıyarak... Derin bir muhabbetle oturuyorlar, mendillerini açıyorlar ve nevalelerini yiyorlar. Sulta hep seyrediyor bunları... Müthiş bir aşk içinde, müthiş... Hemen döndürüyor atını ve dört nala varıyor yanlarına... O sırada adamın biri gidiyor.

Sultan, Ebu Haşim’i görüyor:

“- Ne, diyor; senin burada yaptığın? Bu adamı daha önce tanıyor muydun?”

“- Hayır!”

“- Peki, bu tavır nedir?”

“- Biz böyle emrolunmuşuz” diyor Ebu Haşim; “bizim mizacımız budur!”

Bu birkaç cümle sultana o kadar tesir ediyor ki, şöyle diyor:

“Aman, sizin gibi insanlara ihtiyacımız var... Buluşacağınız bir yer, mekân yapayım sizlere, bir dam altı...”

Ve Remle’de, Şam’da ilk hanikâh, ilk dergâh bina ediliyor.

Ebu Haşim Es-Sofî’den sonra kol kol tasavvuf halkaları başlar. Bu verdiğim tarihi malumat kat’idir.

Ebu Haşim Es-Sofî’nin iki sözü var ki, harika:

“- Kibrin kalbi yıkmasına nisbetle, ulu dağları berhava etmek hiçtir!”

Ve:

“- Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!”

Buyurun, bu nevî zâhir ehliyle, o nevî bâtın ehli arasındaki farkı...

Ebu Haşim Es-Sofî’den sonra kollar dağılıyor. Fakat açık tarikat isimleri olmaksızın, onlar daha çok sonradır.

Ve bu bâtını rejim ve oluş dâvası bir müessise halinde ortaya çıkıyor.

Şimdi İmam-ı Âzam ve Maruf-u Kerhî...

İmam-ı Âzam mezhebimizin vazıı... Muhteşem insan... Büyükler büyüğü bir insan... Ondaki ahlâk, ondaki ilim, ondaki fazilet... Bunlar o büyüklüğü ifadeden âciz, dökülen kelimeler halinde kalıyor.

Fakat eğer Maruf-u Kerhî olmasaydı İmam-ı Âzam da olmazdı. Maruf-u Kerhî büyük bir velî... Ve İmam-ı Âzam bâtınını ona borçlu... Şu incelikle ki, İmam-ı Âzam zâhirin mümessilidir. Öbürü sadece bâtının... Ve zâhire, dışarıya karşı teahhüdü yoktur! Onun için İmam-ı Âzam velâyette ne kadar derin olursa olsun, zâhir ilmi ve zâhir edebi içinde görünmeye mecburdur. Yoksa, kendisindeki velâyetle her türlü görünmeye malikti...

Onun kerametleri de anlatılmakla bitmez.

Bir küçük ahlâkî nüktesini söyliyelim size;

İmam-ı Âzam otuz sene müddetle bütün gecelerini ihya etti. Yani uykusuz, ibadetle geçirdi gecelerini... Tam otuz sene... Bunlar dile kolaydır. Tıpkı kelimeler gibi... Fakat daha yarı gecesini ihya ettiği bir devirde, henüz çok gençken ve sokaktan geçmekteyken, biri öbürünün kolunu dürtüyor.

“- Bak, bak, Ebu Hanife Hazretleri geliyor!”

“- Ha, o mu?”

Ve bütün bu konuşmaları Ebu Hanife Hazretleri duyuyor.

Diğeri devam ediyor:

“- işte o diyor; bütün gecesini ihya eden adam!..”

Halbuki, hayır... Yarı gecesini ihya etmektedir o sırada... Başı yerde eve geliyor ve kıbleye dönüyor:

“- Allahım, diyor; ben kendimde mevcut olmayan meziyetlerden sana sığınırım!.. Bende yok böyle bir meziyet... Bunu senin emrin diye alırım!

Ve o geceden itibaren bütün gecesini ölünceye kadar ihya ediyor.

Böyle kendisinde olmayan meziyetten kaçan üstün ahlâka mukabil, bir de bunun tam tersi kötü olduğu halde yalnız meziyetle anılanların rahatını düşünün!.. Ve devletini düşünün.

İmam-ı Âzam bu... Yine bir gün, mescide gider. Mescide bakmakta olan hademe gitmek üzeredir. Ve kandilde bir parmak zeytinyağı kalmıştır. Gider, kandilliğin altında diz çöker vecd ile, Şeriatın adamı... O sırada, bu büyük zatı görünce hademe, koşup doldurmak ister kandili... O, eliyle lüzum yok işareti yapar. Hademe zanneder ki, büyük zat bir iki dakika sonra gidecek, bırakır. Ve sabah namazı geldiği zaman, hademe kandili dopdolu ve İmam-ı Âzam’ı aynı vaziyette bulur.

Ve büyük veli hademeye döner:

“- Sakın kimseye bir şey söyleme!..”

İşte ahlâk burada... Şimdi böyle bir zâtın velâyeti üzerinde bir insan tereddüt edebilir mi? İşte, durum böyleyken Maruf-u Kerhî olmasaydı İmam-ı Âzam olmazdı! İşte, mezhep sahibi olmanın ehliyet şartları... Bir de derler ki, “efendim, içtihad kapısı açıktır, kıyamete kadar açık!” Peki, bir İmam-ı Âzam bulun da içtihad etsin!

Şimdi aynı İmam-ı Âzam’da, şeriatle ledün (bâtın) ilminin meseleleri arasındaki muvazeneyi görüyoruz. İbrahim Ethem Hazretleri ile bir vaziyetleri var... –Burada tasavvufun hem ruhundan hem ahlâkından ve bir çok şeyinden ders alacağız-

Bir gün İmam- Âzam talebeleri ile otururken önlerinden İbrahim Ethem geçer. Kısaca onun hakkında şunları söyliyelim ki, İbrahim Ethem doğrudan doğruya bir ilâhî feyz ile tacını tahtını, her şeyini bırakarak kendisini dağlara atmış bir adamdır.

Başı önünde İbrahim Ethem’in geçtiğini görünce İmam-ı Âzam ayağa kalkar:

“- Buyursunlar, seyyidimiz, efendimiz!”

İbrahim Ethem tebessümle cevap verir ve durmaz, yürür. Sorarlar talebeleri İmam-ı Âzam’a:

“- Efendim; sizin gibi büyük bir âlim böyle bir serseri dervişe vasıl seyyidimiz, efendimiz der?..”

O zaman döner İmam-ı Âzam talebelerine ve şu cevabı verir:

“- O Allah’ın zatiyle meşgul... Biz ise O’na ait ilimlerin dedikodusu ile... Aramızdaki fark budur!”

Tüyler ürpertici...

Şimdi tekrar tasavvufun keyfiyetine dönelim. Tasavvufta bir umumî kâinat görüşü vardır. Çok az bilinir. Ama çok mühim... Bütün bir metod ve esas akla payanda olacak kadar mühim... Üç hakikat kabűl ederler. Bir, Allahın Hakikatı... Mutlak, faal, vahit... İkincisi insan dışı âlemlerin hakikati, kayıtlı, münfail, sefil... Yani mutlak’a mukabil kayıtlı, faale mukabil münfail ve ulvîye mukabil sefil... Biri de insanın hakikatı... Mutlak ile mukayyet (kayıtlı), faal ile münfail, ulvî ile süflî, müessir ile müteessir arası hakikat... Ve insanda en aşağıdan en yukarıya doğru iki hakikat arası bir cereyan geçirme istidadı... Ve işte insanın birinci hakikatındaki ulviyeti, ikinci hakikatını yenerek kazanmasıdır ki, Allah’a ermenin yoludur ve tasavvuf budur!..

Şimdi tasavvufta tekâmül görüşü... Batılı tekâmülcüleri gördünüz. Demiştik ki, onlarda bir tekâmül görüşü var ama, Anderson’a kadar gider bu... Esasa bağlı değil... Ne içinde, hangi ölçü, hangi vâhide doğru?.. Hangi “baş”tan hangi “son”a tekâmül?.. Kuru tekâmülden bana ne?.. Sütü de kendi haline bıraktınız mı ekşiyerek tekâmül ediyor.

İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Marifetnâme”sinde gayet güzel bir formül gördüm. Tabiat ilmine ait. İbrahim Hakkı Hazretlerine göre cansızlar âlemi tekâmül ede ede mercanda nihayet bulur. Mercan bitkiye en yakın madde... Çünkü mercan kök atar. Tam, bitkileşmeye doğru gitmekte, bitkinin ufkuna girmektedir. Bitkide tekâmül, gide gide hurma ağacına varır. Çünkü hurma ağacı tıpkı hayvan gibi dişisine abanarak ilkah eder. Ve tam olmasa da hayvan ufkuna girer. Hayvandaki tekâmül ise, ata doğrudur. Bazı Avrupalılara göre –bunun tahkikini yaptım- at rüya gören tek hayvandır. Tabiî Mitolojide, şurada, burada, insana en yakın hayvan atın bu mevkiini de nazara alın. Burada mistik bir yakınlık vardır.

Bu formülde unsurların müşahhas olarak karşımıza çıkması insana tereddüt hissi verebilir. Unsur belirtmeden bunu söylemek daha doğrudur. Yarın çıkar biri bilmem ne der? Ama kıymeti yok... Netice şudur: İslâm Tasavvufundaki tekâmül cemadtan insana kadar... Attan sonra insan geliyor. Ve onun ufku yok... Anlıyorsunuz dehşetli memuriyeti!.. O İlâhi hududa kadar hiçbir zaman kulluğunu kaybetmeksizin, kulluğu dışına çıkmak ihtimali olmaksızın hudutsuzluğa memur... Netice şurada: Cemat, nebat, hayvan, insan, bir büyük hareket içinde... –Aynştayn’da buna yakın yerler var- Bir hareket içinde dönüyor her şey... Yer, gök ve her şey... Ve her şey bu büyük hareket içinde O’na doğru akıyor –Dikkat edin inceliğe... Büyük fikir meseleleri sizi yoruyor ama mâna çok ince...

Bu demek değildir ki, cemad mercan, mercan hurma olur. Hurma at, at da insan... Böyle şey yok... Her şey kendi (natür)ü içinde, (natür)ünü aşmaksızın hudutsuz bir tekâmüle davetlidir. Bakın nasıl bir vahdet var, dünya mimarîsi olarak...

İşte İslâmın hakiki tekâmül görüşü... Her zerre Allah’a doğru ebedî bir akış halindedir ve böylece gider.

Şimdi bunun hemen arkasından Kur’ân’daki, insanın hilâfet sırrı geliyor. Allah “İnsanı eşya ve hadiseleri teshir etmek –ele geçirmek- üzere kendime halife olarak yarattım!” buyuruyor. Bu Âyetin yalnız dışını ele alırsanız, buna hıristiyanların riayet, fakat müslümanların ihanet ettiğini görürsünüz!.. Bu hilafet maddi teshirden başlıyarak insanın kendi iç oluşuna, iç memuriyetine geçmenin ve oradan Allah’a ermenin yoludur!..

Şimdi bütün bu hakikatlerin tekrar vesikalarına dönelim. İnsana meleğin secdesini biliyoruz. Şeytanın nasıl secde etmediğini de... Meleğin bu ulvîyeti önünde insana secde etmesindeki hikmet nedir? Melek insana secde ediyor. Pek derin bir hikmeti var... Çok da kurcalayamıyoruz. Hem anlaşılmamaktan korkuyoruz hem söyliyememekten...

Allahın Resûlüne risaletlerinin ilânı zamanı, yahudiler bir çelme takmak istediler. Ve aralarında toplandılar burun buruna verdiler. O uzun yahudi burunlariyle...

Ve bir formül buldular:

“- Soralım, ruh nedir?.. O buna cevap verebilirse nebîdir!”

Allahın Resûlü hitap etti:

“- İlâhi emri bekliyorum yarın cevap verebilirim!”

O’nun aldığı bu mühletin –hâşâ- zaafla alâkası yok... Çünkü bin sene de beklese insan “ruh nedir?” sorusunu nasıl cevaplandırır?

O hakikaten bekledi ve emir aldı. Bu ayetteki derinlik, bugün (Bergson)u tanıyan insanlara –şu anda aramızda olsalardı- “onun vâsıl olmaya istidat kazandığı sır demek ki bin şu kadar yıl evvel halledilmiş” dedirtirdi.

Âyetin meâlinde şu var:

“De ki, ruh Allah’ın bir emridir, ve insanlar ondan çok az şey bilecektir!”

(Bergson)un bütün felsefesi buraya kadar geldi işte... Ve işte bu nokta bütün sırrımızın gömülü olduğu yer...

Mustafa Şekip Tunç –benim hocamdı- bu âyeti çok büyük bir zevkle tekrar ederdi. Ama amel edemezdi. Nasip meselesi...

Yahudiler imtihanlarında apışıyorlar. Nebî olduğunu anlıyorlar fakat, “nebîsin” diyemiyorlar.

Şimdi burada bir incelik çıkıyor meydana... Buradan, bu ruha sahip insanın melekten üstünlüğü çıkıyor ortaya... Ve demin anlattığım hakikat bakımından da herşeyden aşağılığı...

Yine Kur’ân:

“İnsan ki, zalûm ve cehûldür emaneti kabûl etti, dağ taş almam dedi, insan aldı.”

İnsan iki kutup... Aşağılaşmada ondan aşağısı yok... Yukarıya doğru çıkmakta da ondan üstünü yok... Kur’ân bu aşağı tabakayı “belhüm adal” diye isimlendiriyor, vasıflandırıyor. Yani hayvandan aşağı... Gerçekten tarihlerde, cemiyetlerin hayatlarında öyle insanlar görülmüştür ki, onları pisliğe benzetmek pisliğin hakkını yemektir. Ve pislik Allahın huzurunda “ben bu adamdan daha temizim” der ve ispat eder. Bu nevi insanlar inkâr plânının insanlarıdır ve cemiyet zehircileri olarak vasıflandırılabilirler. Hepsi o kadar...

Tasavvufun çerçevelediği akla ait paya dikkat edin ve görün ne büyük bir ideoloji... aynı zamanda kâinatta ana nispet vâhidi... Ruh o kadar lâtif ki, her şeyde zıt tecellisi olduğu için ruhun letafetindeki azamîlik maddenin kesafeti kendi üzerine almasını icabettiriyor. Ruhun letafeti önünde madde kesafet yani yoğunluk alıyor. Ve iki uç meydana çıkıyor. Ve bütün dâva kesifin lâtife doğru seyri, lâtife erişmeye memur olanların ona doğru yol açması tarzında tecelli ediyor.

Şimdi büyük dâvaya geldik. Ruh ve nefs...

Ruhu böyle anlatmaya çalışacağız. O anlatılmazı... Şimdi büyük bir teşrih, bir anatomi karşısında kalacağız. Yani madde teşrihi gibi bir teşrih... Gayet derin ve enteresan... Ruh, Batının da bildiği bir kelimedir. Ruh her insanın bildiği bir kelime... Fakat hem Arapçanın hem de İslâm yoliyle gelen mefhumların azametine bakın ki, nefs diye bir kelimeyi dünyada hiçbir lisan tanımaz. Onların nefsten tanıdığı “ene” “ego” gibi lâflar... Yani bu kelimeye malik değildir başka insanlar... Anlayın Arapçanın içinde olan, Arapçanın muhtevası olan hikmetleri... Anlayın Arapçayı, ne kadar derin... Ve İslâmiyet’in büyüklüğünü idrak edin...

“Nefs” in lûgat mânası, bir “şey”in kendisi demektir. Nefs ruhun tam (antitez)i olarak, zıt kutbu olarak, ruhla beraber insana verilmiş bir lâtifedir. Ruh gibi... Şimdi anatomiye doğru gidiyoruz. Ve bir nevi (düalizm – ikileşmek) karşısındayız. Nefs ve ruh... İkileştik böylece...

Kalbi alın ele.. Et parçası olan kalbe, kalbin maddi tarafına tasavvuf lisanında “sanuberî” denir. Maddi kalb... Bu kalbe taallûk etmiş, bir nuranî kuvvettir ruh... Ve yine bu kalbe dayanmış –nuranîde mütereddidim- bir lâtif kuvvettir nefs... İkisi, kalbin hakikatinde tek olarak birleşir. Batı mütefekkirlerinin (düalizm)e inanan, insanda iki insan gören, telâkkileri bu vahdeti görmekten âcizdir. İki kişisin, bir kişi değil... Ama bir kişide birleşiyorsun!.. Bir kelimesi daha yok Batının... Bu da “nur”dur! Nur... Ne kadar nura ait kelime kullanırlarsa kullansınlar bu, basit ışığın kemmiyet derecelerine göre farkeder ve hiçbir zaman “nur” kelimesi yerine geçemez. Nur bizde ışığın mefkûresidir. Işığın arayıp da tâbi olduğu, görünmez sultanıdır nur!.. Bu yüzden, “yak şu idare lambasını” diyeceğimiz yerde “yak şu nuru” demeyiz. Fakat bazı yüzlere nur yüzlü diyebiliriz, o tüyler ürpertici bir hadisedir. Nuru böyle anlamak lâzım... Bu da hiçbir lisanda yok... “Nefs” gibi... Allah göklerin ve arzın nuru olduğunu bildiriyor Kur’ân’ında... Buradaki idrak dehşetine dikkat edin!.. Ve Allah’ın nurundan, kelâma, ibareye, söze sığmaz bir kırıntı olarak nura sahibiz. İşte bu nur, o bölkünmezden ve tecezzi kabûl etmezden bir işaret, nefs de o nurun dayandığı madde üzerinde bir odak gibi ikinci kuvveti ve o nurun bütün hükümlerine itiraz eden... Yani muhalefeti temsil eden...

Nefsin mayası biliniz ki, küfürdür. Nefs buna memurdur. Şimdi hemen telaş etmeyelim hepimizin nefsi var diye... Mevlâna’nın gayet güzel bir inceliği var... Yanına bir papaz gelmiş, kendisini Avrupaî bir (reverans)la selâmlamış... Mevlâna da ona mukabele etmiş...

Hemen sormuşlar:

“- Bu hareketlerin mânası ne?”

Demiş ki:

“- Benim küfrüm bâtınımda... Ezilmiş, hapsedilmiş bir küfür... Benim imanım zahirimde, Onun da küfrü zahirinde... Ve iman istidadı bâtınında... İkimiz de birbirimizin bâtınını selamladık.”

Yani: “Hepimiz bir küfre malikiz... Elverir ki, onu ezmiş olalım. O, bende gizli olan küfrü selâmladı, ben de onda gizli fakat hakiki olan imanı...”

Ne güzel bir incelik!.. İşte, Mevlâna’yı okurken “Mevlâna ne güzel, ne büyük, anladım!” demekle iş bitmiyor.

Buraya kadar nefs ve ruhu müstakil iki varlık halinde anladınız. Buradan da, mefhumların hiçbir lûgatte bulunmayışını ve kendi hakir gördüğümüz ana baba lûgatimizin ne demek olduğunu, dünya çapında anlayın!..

Allah Resûlünün bir hadîsindeki güzelliğe bakın:

“- Yarabbi önümüde bir nur, ardımda bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, kalbimde bir nur halket!”

Nurlar âlemi içinde giden zaten nur... Şu donanmanın güzelliğine bakın!..

Şimdi konuşmamızın en derin yerine, anlaşılması en güç yerine, en nazik yerine geldik. Bütün Garp felsefesini benden dinleyenler anladı ki; Batı, aklı çatlata çatlata dumanlar içinde kendisini kaybeden, hiçbir şey bulamayan, madde eserleriyle avunmaya çalışan bir marifetler manzumesidir. Bu madde marifetleri manzumesi akılda ancak şuraya kadar gelmiştir: Nasıl görüyorum, nasıl duyuyorum, nasıl anlıyorum, beyin nedir, göz nedir?.. Gözün fiziki bir tarifi var... “Işığın yansımaları gözde bir mihrak noktasında toplanır, sonra beyindeki bir merkez ile de görürüz!” gibilerden. Bu tarif gözden başka her şeydir. Bütün Batı filozofları bu izaha çıldırır ve eksiği kabűl eder. Ve ben size halledeyim halledilmezi... Biz, o nurla görüyoruz, o nurla yiyoruz, o nurla taşıyoruz. Çünkü o nuru anlamak için ondan, o nurdan başka bir çare yok ki... O nur olmadan anlama iktidarı yok beşerde...

Bende bir manevî buhran geçirdim. Tefekkür ve büyük sanat, ki böyle bir iddiam yok- büyük nefs muhasebesine, entellektüel krize ve buhrana girmeden olmaz. Öyle bir yere geldim ki, -İmam-ı Gazali’de göreceksizniz- arzın kışrı, yani kabuğu ayağımı bastığım yerde bir santimlik bir satıh gibi derhal delinecek gibi geliyordu bana... Bütün itimad hislerimi kaybetmiştim. Deliliğin de ufkundaydım. İlerisinde... Çile şiirirm söylüyor bunu... Nihayet Allah’a hamd ederim imanım ucuz bir iman olmamıştır! Mümin doğdum. Allahın bir lutfu ile de o imanı çile kapısına kadar götürebildiğimi sanıyorum. Yani o nura intikal ettim ve bulur gibi oldum. Nur... İzahsızı izahtan daha rahat teselli olur mu? Bunu (Sokrat) söylüyor. Kendini tanı! Ve tanınmaz olanı bil!.. “Tanınmaz” demek tanımaktır!.. Nur da bu... Ne varsa dünyada açıklık hissi diye söylediğimiz ve anlayış, o nurdandır. Ve “Malik-ül Mülk”ün en büyük hikmetlerinden bir köşedir bu... Biz kapılarımıza bu levhayı asarız: Ey Mülkün Sahibi!.. Ama bilmeliyiz ki, o mülk sadece madde değildir! Gözümüz de, burnumuz da, ağzımız da, hepsi O’na aittir. Ve bizde “biz” olarak “ben” olarak hiçbir şey yoktur!.. Vahdet-i vücutta göreceksiniz. Asla O’nun tenzihi sıfatını bozmadan... Çünkü bendeki o, yani onunla O’nu gördüğüm şey mahlûktur. Ve o kendi zatiyle bundan münezzehtir. Mutlak olan şer’i hududa riayet şarttır!.. O’nun hikmeti ve lûtfuyla O’nu görüyoruz. Kendimizle bir şey göremiyoruz. Bilmiyoruz, anlamıyoruz, yaşamıyoruz.

Batının bütün akıl hikâyesi ve sefaletini şı formülün içinden seyredebilirsiniz: Kendini kendinde zannedip, akıl denilen merkebin üstüne oturup, onu füze yapıp, hâlâ bir yere gideceğini zannetmek sefaleti!..

Fakat bunun aksini bilip de yıldızlara kadar gitmek Kur’ân’ın emri...

Burada gayet ince bir nokta var... maddenin ihmali değil... Şimdi tasavvufun en büyük meselesi kendi kendine ortaya çıkıyor. Dâva nefsi ruha kalbetmektir. Nefs dediğim o sırtlanı, o müstakil vakıayı ruha inkılâp ettirmektir, öldürmek değil... Gayet ince bir noktaya geldik. Batının mistisizmiyle, “mistik” arasındaki farkın ne olduğunu yeri gelecek göreceksiniz. Barı bu inceliği anlamamıştır. Nefsi bilmez. Ama ruhun zıt kutbu diye bir şey bilir ve kendisini heveslendirir, onu öldürmeye başlar. Şimdi Allah Resûlünün, bütün zaman ve mekânın Peygamberinin büyüklüğünü izahtan vareste oldukları bir incelik daha gelecek... Dinde nefse işkencenin olmayışının sırrını göreceksiniz. Yok öyle şey... Zaten nefs ölmez onu bilin! Mezarlıkların kapısını hatırlayalım. “Bütün nefsler ölümü tadacaktır.” Tadmak ayrı, ölmek ayrı... Ruh demiyor. Bütün nefsler... Çünkü ölümden ödü patlayan nefstir. Ruh âmâdedir, kurtulmaya...

O sahte mistikler mütemadiyen kendisini nefse eziyet etmek suretiyle bir yere götüreceğini zanneder. Bu derin (nüans)ı da İmam-ı Rabbanî halletmiştir. Nefse bu kadar şeriat dışı ceza vermek nefsi ters tarafından yine mükâfatlandırmaktır! Çünkü nefs hiçbir şey yapamayınca, bu defa o halin keyfine düşer. Ve o kadar incedir ki, bu mesele, nefse pay vermemek için namazı lezzetle kılmayı yanlışlık sayan büyükler bile vardır. Peki lezzetle kılmayıp da nasıl kılacağım?.. Vazife olarak yapmak lâzımdır! Ne o, ne bu, herşeyin dışında, namaz, en büyük vazife... Bunlar halledilir (nüans)lar değildir! Nedir, o Hind fakirlerinin, papazların hali? Evlenmemek, yememek, içmemek...

Ashabdan biri Ramazan’da gölgede oturmuyor. Hem oruçlu, hem gölgeyi de istemiyor.

Allahın Resûlü, hemen emrediyorlar:

“- Orucunu tut ve gölgede otur!”

Hududu değiştirince bütün iş tersine döner. Bu edep bahsinden bir inceliktir! Edebin yeri gelecek göreceksiniz... Bunları izah ettiğim bir Avrupalı bana bir gün şöyle dedi:

“- Farzet ki, ben bunlardan hiçbirine inanmıyorum, ama bunların beşerin düşünemiyeceği kadar inceliklerle dolu olduğunu kabûl ediyorum!”

Ve basıp gitti.

İşte bu da insanın kendi nefsine tabi oluşundan başka bir şey değildir! Papaz riyazeti, nefsin, çileleri kendi lehine döndürüşü ve ondan ayrı bir haz devşirmeye kalkışı yine nefs içindir.

Şimdi biraz da derinliklerden hafif bir zevk, ruhî bir keyf duymamız için birkaç menkibe anlatayım:

Büyük velîlerden biri, bu inceliği çok iyi bilen fakat bir noktasında belki tereddüdü olan bir velî o kadar aç kalıyor ki –böyle üstüste aç kalmak mekruhtur; onu da haber vereyim! Şeriatten başka hiçbir çare yoktur! Şeriatin yönünü anlıyacaksınız, her şeyin mizanı, o sır âlemi- nefsinin ağzından bir köpek şeklinde çıktığını ve yerdeki bir tabak yemeğe doğru süründüğünü görüyor ve bağırıyor:

“- O, benden gittin!.. Seni bir daha ağzıma almıyacağım!..”

O zaman bir nida duyuyor:

“- Onu ağzına al, biz seni onunla seviyoruz!”

Bu noktaya dikkat edin! Melekte nefs yoktur ve onun için secde etmiştir insana...

Bundan yirmibeş otuz sene evvel bir gün, bir arkadaşımı –ismini vermeye lüzum yok- Eyüb’e götürdüm. Benimle Avrupa’da tahsil etmiş, Avrupa’da “alafranga kemâl” diye bir illete uğramış, -tâbir onundur- hıristiyanlığa dehşetli bir düşkünlük içinde, onların velî addettiği insanlardan mütemadiyen bahseden bir kimse... Ben bu adamı itikatta olsun tamamen İslâmî hakikatlere getirdim. Ve bana bir gün eserini “alafranga kemâlin ne saçma bir şey olduğunu ispat eden Necip Fazıl’a” diye imzalamıştır. Benim o zaman hocalık devrimdi ve bu arkadaşım bulunduğum yüksek tahsil şubesinde müdürdü. Kendisini Eyüb’e götürmemi istedi. Çünkü o büyük zat Eyüb’teydi. Onunla konuşmak arzusundaydı. Götürdüm. Girdi huzurlarına... Ve girer girmez gördüm ki, götürdüğüm ne hale geliyor karşılarında... Bir kelime konuşmadı Efendi Hazretleriyle... Evvelâ büyülendi. Öyle bir insan ki, bir kelime söylemiyor fakat bir madenin üstüne oturduğu belli... Taşın sükűtu ile göklerin sükűtu arasındaki fark... Ve kendilerinin bir kaidesi vardı, hayatınızda bunu ölçü bilin!.. “Mânasız sualin lüzumsuz cevabı”nı vermezlerdi. Ve bir sorunun cevabını da icap ettiği kadar verirlerdi. Çünki kelimeleri zaten sevmezlerdi.

Ve arkadaşım dayanamadı, -büyük meselesi var- hemen attı ortaya sualini:

“- Efendim, Hazret-i İsa hakkında ne buyrulur?”

O büyük velî, demin bahsettiğim üslûbuyla döndü:

“- Babasız hak peygamber!”

Kısa ve tam şer’i... Bizimki kal kaldı.

“- Peki efendim dedi; babasız Hak peygamber kabûl... Ya bizim Peygamberimizle farkı nedir?”

Kekemeli bir dille soruyordu. Efendi Hazretleri
“- Büyük fark!”

Dedi ve sustu.

“- Nedir, efendim?”

“- Hazret-i isa’da melekiyet galipti. Ama bir eksiği vardı.”

“- Neydi, efendim?”

Efendi Hazretleri yine cevap verdi:

“- O eksiği beşeriyet!”

Öyle ezildi ki, arkadaşım...

Çok hisli bir çocuktu o... Haliç’ten vapurla dönüyorduk. Bir şey sordum:

“- Bana suâl sorma dedi; hâlâ o cevabın sarhoşluğu içimdeyim!..

Çok derin... Yine yorumunuza terkediyorum bu küçük konuşmayı...

Hazret-i İsa hak Resûl ve babasız... Melekiyette azami dercededir. Onun içindir ki, dört büyük nebî arasındaki, sıfatlardan melekiyet sıfatı onun üzerindedir. Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve bütün nebîlerin serdarı olan Allahın Sevgilisi beşerin ucu, nihaî noktasıdır.

İşte Allah Resûlünün “devamlı nefs mücahedesi” dediği şeyin anahtarı elimize geçti. Cihad- ekberin... İnsandaki bu nefs kadar sahtekâr, hilekâr, göz boyatıcı, aldatıcı –yahudileri nefsten çok hisse almış insanlar olarak görebiliriz- bu nefs kadar insanı bağlayıcı, evvelâ isyandan gelici, olmazsa itaatten gelici, her taraftan kavrayıcı bir korkunç nesne olamaz!.. işte, görüyorsunuz nasılmış, cihad-ı ekber!..

Şimdi yine önümüzde dinin ikinci bin yenileyicisi olan İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin oğlu Muhammed Masum Hazretleri’nin bir sözü çıktı. Bu sözü hiç kimse söyliyemez! Ancak onun makamında olan söyler. Bizimse ödümüz patlar söylemekten!.. Fakat o öyle bir makamdadır ki, o söyler. Muhammed Masum –masum lâkabıdır- tek günah işlememiş olan insandır hayatında...

Diyor ki:

“- Bize Allahın Cemalindense Celâli yeğdir! Çünkü onda nefsin hissesi yoktur!”

Nerede kaldı Avrupa’nın sahte riyazet ve ıstırap efsaneleri?.. Avrupalı o mistik felâketi ister, belâyı ister. Ve ağlayarak, sızlayarak ölür. Avrupalı “mistik – gizli”yi ifadeye çalışırken bu gizliyi de kaybeder.

Şimdi ruhî ve nefsanî ahlâklar: hudutsuz aşk, hayâ, merhamet, doğruluk, ihlâs ruhun başlıca vasıfları... Kibir, hırs, adavet, yalan, haset de nefsin vasıfları... Ve daha nice vasfı var... Şimdi ihlâs... sona koyduk ama baştan alalım. O dinin esasıdır. Onun için “Kulhüvallahü Ehad” Sűresine “İhlâs Sűresi” diyoruz. Yine İmam-ı Rabbanî –sözün azametine dikkat edin- “Yalanı ağza almamak şeriattir!” diyor. Kalbe almamak ise tarikattır!.. Kolay mı yalan söylememek?.. Bir sorun kendinize... Dünkü komünistlerin “fuhuş ancak umumî olmakla kalkar ortadan” demesi gibi bugün böyle bir ruh arayıcılığı hemen kimsede kalmamıştır! Yalan doğru mevkiindedir. Nerede o kendini törpüleyen insanlar?..

Velî dua ediyor, diyor ki:

“- Allahım, istiğfarlarımdan dahi sana istiğfar ederim!”

Buyurun! Çünkü istiğfarda da samimiyet eksikliği var... “Ben bir daha yalan söylemiyeceğim, beni affet!” derken Allah’a en büyük yalanı söylüyoruz. Velî ise, böyle istiğfar ediyor. Görüyor musunuz dinimizin hazine tarafının hudutsuzluğunu?..

İşte nefs böyle bir şey...

Aşk ruhun ahlâkı... O, yalnız çırpınan, her an çırpınan bir pervane gibi İlâhi aşkın feveranı içindedir!.. Her ân ona taliptir, her ân ona uçmak ister! Hiçbir ân kesilmez kuvveti... Ve daima nefs bacağından yakalar. “Gel aşağı” diye... Hayâ ruhun vasfıdır. Utanmak... İlâhi hudut önünde nefsin hilelerinin ifade ettiği büyük cinayetin verdiği hicap hissi... Hayâ budur!.. Hayâdan makbul hiçbir şey yoktur! Hayâsız insan gördüğünüz yerde bilin ki, ondan hayır yoktur! Hayâsızlığın da türlü türlü tezahürleri vardır. İnsan bir günah işlerken bile hayâ sahibi olup olmadığı bellidir!..

Güzel bir şey geldi hatırıma... Şu Ramazan gününde... Size bir hayâ misali vereyim. Efendim; şu alenî oruç yemek... Gayet büyük bir cinayettir. Malűm... Fakat “bana izah et!” deseniz edemez kaba softa... –Biraz sonra kaba softa ne demek onu da göreceksiniz- dikkat edin yollara şimdi. Cemiyette o kadar korkunç bir şey ki bu, ben bir gün, vapurda giderken birisinin suratlara üflercesine pipo içtiğini gördüm. Hakaret edecektim. Birden bir his geldi içime... Benim oruç tutmadığım günlerde bunu yapanlara bu kadar kızıyor muydum? Nefsime pay çıkarmamak için sustum. Ama öfkemde çok haklıydım. Bir günahı aleni yapmak o günahın işlenmesinde mahzur görmemenin ilânıdır! Ve o günahtan bir milyon kere fazladır!.. Bunun izahı zor mudur? Ve artık günah değildir o, günahtan başka bir şeydir!

Kayseri’deydik, Büyük Doğu teşkilatında... Bir adam getirdiler, “şununla iki kelime konuş!” dediler bana... Adam geldi. Elinde sigara, Ramazan günü... Anladım ne tip olduğunu...

Hitap ettim:

“- Sigaranı at da öyle gel karşıma!”

Gayet ucuz bir formülü vardır bu işin... Günün hemen bütün formülleri gibi...

O da aynı şekilde cevap verdi:

“- Allah’ın bildiğini kuldan niye saklıyayım?”

Bu umumî formül...

Devam ettim:

“- Allah senin tenasül aletin olduğunu da biliyor. Niye saklıyorsun?”

Bozuldu, kala kaldı, hiçbir şeye aklı eremedi.

“- Senin bu susman mağlup olman değildir. Şimdi seni mağlup edeyim dedim; Allahın bilmediği bir şey olabilir mi?.. O her şeyi biliyor. Yalnız senin, Allah’ın bildiğini, yalnız ondan af dileyerek ona tahsis etmen ve onun bildiği şeyi ortaya açıkça, hayâsızca dökmemeni gerektiren bir fakülteye malik olman lâzım... Sen bundan da mahrum bir bedbahtsın!..”

Şimdi bu işe de lâikliği karıştırıyorlar. Gayet rahat söyleyebiliriz. Lâiklik Avrupaî müessese... Ve dünyanın hiçbir yerinde bir oruçlu zümrenin bulunduğu yerde bir Fransız katoliği onlara hakaret etmek küçüklüğüne düşmez! Ben burada bile hâlâ hürmeten sigara içmeyen hıristiyanlar görüyorum. Hâlâ...

Biz ne idik, ne olduk, nereye gidiyoruz?.. Hayânın söylettiği sözler bunlar bana... Oruç tutmayabilir bir insan, tutamayabilir. Şu olur, bu olur. Fakat kendisini dört duvara saklıyacak kadar hayâ sahibi olur ve Allah’tan af diler!.. Ömrü boyunca bir tek secdesi olmıyabilir bir adamın fakat Allah ve Resûlünün bütün emirlerine riayeti kabûl eder. İnanın o kurtulmuştur!.. Ama tam bir müslümanın bu fiil ve amellerin dışında tasavvuru mümkün değildir! Ömrü boyunca şarap fıçısından çıkmayıp da gıdasını ondan alan, fakat “bu haramdır, biliyorum ama dayanamıyorum!” diyen adam sadece günahtadır. Affedilir. Ömür boyunca ağzına tek damla şarap koymayıp da “haram diye değil, ben içmiyorum, canım istemiyor!” diyen adam küfürdedir ve ebedi hüsrandadır!.. Farklara bakın;(nüans)lara...

Merhamet... İşte, Batının bize en büyük ithamı... Batı hayrandır İslâm dininin ulvîyetine içinden... Siz bakmayın onun dışına... İşte (Karlay) ve benzerleri... (Karlay) bir koyu hıristiyan olduğu halde Allah’ın Resûlü için “Kahramanlar” isimli kitabında, “Beşeriyetin üzerine bir yıldırım gibi, düştü!” der.

Şimdi merhamet konusuna gelelim. Merhamet tahrif edilen İsa dininin yani hıristiyanlığın icat ettiği şekliyle ve insanda kolay anlaşılır bir hadise olduğu için ucuz merhamettir! Taklidi çok kolay, neşri çok kolay, müdafaası çok kolay bir iş... Halbuki, merhametin bir de (aristokratik) bir anlamı var... Gayet üstün... Bir hastanedesiniz, bir odadasınız, karyolanızın demirlerini bükecek kadar ıstırap içindesiniz. Doktora haber gitmiştir. Doktor beyaz gömleğini giymiştir, arkasında asistanları vardır, suratında hiç merhamet ifadesi yoktur. Tak, tak, tak, ayak seslerini duyarsınız. Gelmektedirler. Hasta bakıcılar sizi sedyeye koyar, gidiyorsunuz ameliyat odasına... Bu davranışların hepsi merhametin en üstünüdür! Çünkü bir dakika sonra acınız kalmıyacaktır.

İslâmın merhameti ise, merhamet olduğunu bile gizliyen hakiki merhamet!.. Ve İslâmın kılıcı, ucunda şifa taşıyan kaşık... Ama kılıç... Gönül ister ki, o kılıcı kullanan da, o ayak sesini duyuran doktor da bu hikmeti anlayarak yapsın...

Bizde gizli merhametin ne demek olduğunu size bir misalle söyliyeyim... Şimdi anlatacağımı bir Avrupalıya naklettim. “Avrupa’daki bütün merhamet edebiyatının üstünde bir hadise bu” dedi. Merhamet edebiyatı... Hıristiyanlıkta çok korkunçtur o edebiyat...

Hadise şudur: Hazret-i Ebubekir rikkat ve merhameti, Hazret-i Ömer şiddet ve adaleti, Hazret-i Osman hayâ ve edebi –bakın hayâ ve edep ne kadar mühim- Hazret-i Ali akıl ve hikmeti temsil eder. Ve bu dört büyük sahabî insanoğlunu tamamlar. Bu dördü de dört yüzlü bir fanusun, bir fenerin dört camıdır! Nur içerdedir.

Hazret-i Ebubekir o kadar merhametli bir insandır ki, anlatırken ağlamamak mümkün değildir. Bir duası var... Bu dua aynen Bayazid-i Bestamî’ye geçmiştir.

“- Yarabbi diyor; sen kâmil kudret sahibisin. Senin hududun yok... Senden herşey istenir! Ben öldüğüm zaman, yarın ahirette, cesedimi o kadar büyüt ki, cehennemine yalnız ben gireyim ve başka hiçbir kuluna yer kalmasın!..”

İslâmın merhameti budur!

Fakat o, gizli bir merhamettir.

Aynı merhamet, çocuğuna içki cezasını tatbik eden Hazret-i Ömer’de de farksızdır. Ama şiddet şeklinde...

“- Baba der; ölüyorum!”

Babası oğluna cevap verir:

“- Öl!..”

Ve ilâve eder:

“- Allah’ın huzurunda hesap vereceği ân, de ki, beni babam öldürdü; senin kanunun yerine gelsin diye!..”

Onun içindir ki, Anadolu halkındaki, -Anadoluculuğumuz bu ruhî muhtevaya dayanır- Şeriatın kestiği parmak acımaz sözü buna benzer hikmetlerden gelir.

Sen kanuna inandır bana; ondan sonra istediğin gibi kes parmaklarımı... Ama önce inandır!..

Şimdi nefse ait ahlâklardan en belâsına geldik: Kibir... Şeriat ve dinî hükümler, dehşetli (nüans)lar, incelikler ifade eder... İncelik... Bir milimetreyi, bir kilometre gelecek kadar büyütün kafanızda... –(Aynştayn) dahi bir vizyonla bir milimetreyi, bir karınca ayağını bir kilometre görür- Ve onu bölerek milimetreye indirin... İşte Batının kafa inceliği bu noktaya kadar varır. Bizimki ise, iki deri arasına bir cihan yerleştirecek kadar dakiklerin dakiki bir hesap...

Kibir ve vekar... Vekar ruhundur, kibir nefsindir. Vekar ciddi olmak... Vekar Allah’ın nimetlerini muhafazadır, verdiği rütbeleri ifade... Asla kibre gitmeden kendini bir şey zannetmeden... Kibir ve vekar arasında incecik bir fark var... Çok ince bir (nüans)...

Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin bir “Satranc-ı Urefa”sı var... Ariflerin satrancı... Orada levha levhadır ahlâk... Ortaya kadar kötü ahlâk... Seyirde, sülûkte, merhale merhale ilerleyişte bir yere gidilip, aşağı düşülür. Yılanlar tutar orayı... Sonra iyi ahlâk başlar ve basamak basamak çıkılır.

Orada da kuşlar uçurur. Fakat iyi ahlâkın sonunda iki yer vardır ki, o son imtihanı belirtir. Biri gurur ve kibir, öbürü kaza ve kader...

Kibir o kadar korkunç bir şeydir ki, burada Şahı Nakşibend Hazretlerinin bir küçük fıkrasını anlatmaya mecburum. İnsana kemâl payesi geldikçe o payenin mutlak sahibi bilerek o payeye güvenmemek dâvası kibirin aksidir. Ne kadar yükseltiyor Allah velîsini ki, bakın ne ihtiyaca düşüyor:

Müridleriyle giderken yolda büyüklüğüne dair lâflar oluyor. Büyük velî bir köpeğin ayağını bastığı kirli bir su birikintisine yanağını değdirip şöyle diyor:

“- Ben bu sudan da adiyim!..”

İnsan ne yükseklikte olmalı ki, bunu söylemekle mükellef bulunsun?..

Ve hırs, adavet, yalan, haset... Durmaya lüzum yok bunların üzerinde... Hepsi apaçık malûm... Bir hadîs, hasetin, kıskançlığın insanı alevin odunu yediği gibi yediğini ve harabettiğini söyler.

Yalan hakkındaki söylenecek en güzel söz:

“- Yalan, hilkati tağyir hevesi ve cinayettir!”

Allah’ın hakikatini nasıl değiştirebilirsin? Adavetde bu sonsuz güzel oluş içinde insanların nefslerinin maiyetinde birbirini yemesi, birbirini çimdiklemesindeki sefalet... Bunlar hep nefsin ahlâkı...

Nihayet ahlâk dâvasının toplandığı ana nokta...

Efendim; nefs ve ruhu anlattık. Böylece hiçbir mekâna sığmayan en büyük ölçüye bir nevi mekân zemini de bulduk. Yani ahlâka geldik. Buraya kadar ahlâkın dayanağını gördük. Uzun uzun konuştuk ruhu ve nefsi...

Şimdi ahlâk... Ahlâkı bir ân için Avrupalıya soralım, ahlâk her dünya görüşünün, her telâkkinin kendi ruhuna irca etmeye mecbur olduğu tavırdır. Her düşüncenin ruhî tavrına ahlâk denir.

Avrupalı der ki:

“- Ebedî hayata inanmakla inanmamak arasında iki ayrı ahlâk sistemi zarurî olarak mevcut...”

Gayet belli ve açık... Hiçbiri ahlâkı şu veya bu mânada reddetmez, ahlâkın çeşidini, ruhunu, zâtını, başka şekillere koyar. Meselâ komünist ahlâkı inkâr etmez, madde ahlâkını kabûl eder, ruhçu, ruha ait ahlâkı benimser.

Netice olarak, biz her hakikatin kaynağı ile beraber kendi kaynağımızdan öğrenelim ahlâkın ruhunu...

Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:

“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”

Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir.

Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği ruhî mîzan...

Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:

“- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”

Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabűl ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası... Bunu birkaç menkıbeyle ve tasavvuf ehline ait birkaç hadise ile göstermek lâzım... Daha önce nefsin ve ruhun ahlâkları arasında birkaç misal vermiştim. Şimdi anlatayım:

Şu “ene” denilen, “ben” denilen nesneyi ve onun gölgesi olan kibiri yıkmakta en güzel ahlâkı, bir velîden öğrenebiliriz.

Velîye soruyorlar:

“- Bütün ömrünüzde zevk duyduğunuz en büyük hadise nedir?”

Diyor ki:

“- Bir tek hadise hatırlıyorum. Gemide gidiyorduk. Bir maskara vardı gemide herkesle eğlenen... Ve bir numara göstermek istedi. En büyük maskaralık numarasını... Etrafına bakındı. Buna lâyık adam bulamayınca beni saçlarımdan yakaladı ve yapmadığı şey bırakmadı. Yüzüme tükürmekten, beni yerlerde sürüklemeye kadar... Ve ben bundan derin bir haz duydum! Hayatımda bundan başka bir haz hatırlamıyorum!”

Bu size İslâm ahlâkının “ene”yi yani nefsi ezmek dâvasından çok güzel bir izah... –Telkinî izahlar yapalım ki, büyük dâva anlaşılsın... Fazla derinleşmeden-

İbrahim Ethem Hazretleri ile Şakik Belhî’nin gayet güzel bir menkıbesi var... Bu, ahlâkın, fikrin ta kendisi olduğunun da ayrıca delili... Ve yine bu menkıbede, iktisadî nizamımızdan, ruhî nizamımıza kadar, her şeyi görebilirsiniz.

İbrahim Ethem’e sorar Belhî:

“- Şükür mevzuunda ne yaparsınız?”

“- Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!”

Gayet tabiî olarak böyle cevap verir. Bu ahlâkın ta kendisidir.

“- Horasan’ın köpekleri de böyle yapar!”

Der Şakik...

“- Ya siz ne yaparsınız?”

“- Bulunca dağıtırız, bulamayınca şükrederiz!..”

Bu ise cemiyet ahlâkından tutun, fert ahlâkına kadar gider!..

Bunlar telkin çizgileridir. Uzun izahlardan çok daha faydalı... İbrahim Ethem velîler silsilesinin en büyüklerinden değildir. Bu işin çilesini çekenler bilir. Hattâ şöhrete çıkmış velîlerden hiç ismi, nâm ve nişanı olmıyanlara nazaran eksiktir. Şöhret bile velîler için bir felâket...

İbrahim Ethem meşhurlarındandır. Ve büyük bir velîdir.

Mansur da bir velî... Ve O, daha meşhurlardan... Onun büyükler nazarındaki noksanlarını anlatacağım. Sırası gelecek meselenin içinde görülecek...

İbrahim Ethem Belh sultan idi. Sarayında, (Plâstik) hayatın ve saltanatın en güzel anlarında bir ses duydu:

“- Biz seni bunun için yaratmadık!”

Ve deliler gibi, kendisini kırlara attı, deliler gibi... Her şeyini, ne sultanlık, ne şu, ne bu, herşeyini terketti ve kendini yalnız Allah’a verdi. Bu macerası içinde, nefsini küçültmek ve üzerindeki sultanlık kokusunu atabilmek için hamamlara gidip müminlerin ayaklarını yıkadı.

Bir gün, bir ağaç altında bir topluluk görüyor, dervişlerden kurulu bir topluluk...

“- Beni de alır mısınız aranıza?”

Diyor.

İçlerinden biri cevap veriyor:

“- Biz seni kabûl edemeyiz! Sende hâlâ sultanlık kokusu var!..”

Susuyor ve yürüyor.

İslâmın hakiki ahlâkı budur!..

Şeriati, zâhir perdenin önündeki mukaddes hükümleri temsil edenlerin bu ahlâktan büyük nasipleri olmak gerekir!.. Bir papazın –tam bizim (antitez)imiz, zıddımız- nasıl bir terbiye ile yetiştiğini Fransa’da okuduğum için bilirim. Bir papazın yanında politika konuşulmaz, çünkü en iyisini bilir. Bir piyano çalınmaz, çünkü oturur daha iyisini çalar. Bir felsefe meselesi konuşulmaz; çünkü sizin okuduğunuzun on mislini okumuştur. Ve sonra döndürür dolaştırır kendi abesine sizi inandırmaya kalkar. Bu abesle alâkası olmayan sahalardaki kuvveti ile... Bir de, bizde son zamanların şer’i hükümler temsilcilerinin ne kadar dar kaldığını acı acı düşünmek lâzım...

Evet, herşey ahlâktır diyorum! Demin ahlâk fikrin kendisidir demiştim. Fikir hem neticesidir hem de kendisi... Onun için, Allah Resűlünün “Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak için geldim, gönderildim!..” sözündeki derinlik buradan geliyor.

Mucizeler umumiyetle halka göredir bir tarafiyle... Diğer tarafiyle yüksek sınıfın da üstündedir, kıymeti mucizelerin... Allah Resûlünün en büyük mucizelerinden biri –hiçbiri birinden küçük değildir- bütün ömrünce bir kere dahi kahkaha ile gülmemiş olmasıdır. Böyle bir mucizeye insan hayali yetmez! Daima güler yüzlü, mütebessim... Ama bir kere gülmemiş... Bir kere bile insanın nebati hayatından bir köşesi yok hayatının... Nitekim esnememiş de... Bunu da ahlâka ilâve edin hemen... Daimi, daimi tefekkür içinde... Mütemadiyen hüzünlü ve düşünce halinde... Bu ahlâkı kabuk kelimelerle ifade etmek güç... Vecdini yaşamak lâzım...

Biz ahlâkı yine Abdullah Dehlevî Hazretleri ile Mevlâna Halid’in menkibesinde bulacağız. Çok büyük mâna halinde...

Mevlâna Halid yenilerdendir. Nakşi’nin Halidiye kolu başıdır. Zahir ilimlerinde çok ileri gidiyor. Fakat ötesine talip... Mürşidini arıyor.

Kalkıp Şam’a gidiyor. Orada birçok büyükle temasta... fakat aradığını bir türlü bulamıyor.

Nihayet biri... “Ehli hal”den bir adam:

“- Senin mürşidin burada değil!”

Diyor.

Bu defa da Hicaz yollarında... Kâbe’ye karşı bir sırtta oturuyor. Yüzü Kâbe’ye dönük... Kâbe’ye seyirle meşgûl... Tabiî kendi âleminde... Bu sırada bir garip adam çıkıyor karşısına... Arkasını Kâbe’ye verip onun yüzüne bakmakta... İtiraz edecek gibi oluyor; ama hayır!..İtiraz kolay değil İslâmiyette... O Kâbe’ye bakıyor; adam da suratına... “Be adam, benim yüzümde ne arıyorsun?.. Allah’ın Evine dön!” diyeceği geliyor ama mümkün değil... İyice sıkılıyor.

Fakat içinden bir his geçmekte... Sadece bir his:

“- Acaba benim aradığım mürşit bu olmasın?..”

Şöyle bir yaklaşıyor adam:

“- Hayır diyor; ben senin aradığın değilim! Senin aradığın mürşit tâ Türkistan taraflarında...”

Ve oralara kadar gidiyor.

Şimdi müridle mürşit arasındaki münasebete bakın! Mevlâna Halid dergâha varır varmaz, Abdullah Dehlevî Hazretleri:

“- Derhal buyursun!”

Diyor. Bekliyormuş gibi... Sanki (randevu)lu gibi...

Hemen kendisine şu iş veriliyor: Abdesthaneyi temizlemek... tereddütsüz kabűl... ve öyle bir haz içinde, zevk içinde suları götürüp getiriyor ki, ancak fırsat buldukça diz çöküyor. İrşat halkasında ancak bir iki dakikası var...

Daha önce nurdan bahsetmiştim. Nur... İşte Mevlâna Halid bu nurun altındadır. Ama nurun altında olduğunu göstermeye delil istemez!

Ve bir gün Abdullah Dehlevî, -bu nokta büyük dâvadır! Bu nokta inananların dâvası- pencereden baktığı zaman görüyor ki, Mevlâna Halid’in kovalarını melekler taşıyor, kendisi değil... Ve çağırıyor yanına... Bir at ısmarlıyor. Atı eğerliyorlar. Atın özengisini tutuyor ve atlatıyor onu ata...

Mevlâna Halid:

“- Aman, Efendim!”

Diyor, Şeyhine...

Ve Abdullah Dehlevî Hazretleri cevap veriyor:

“- Bir zamanlar nasıl seni irşada memur idiysek, şimdi de atının özengisini tutmaya memuruz! Git ve iklimleri irşad et!..”

İşte, bir kibiri yenme işinde, bir bağlılık işinde gösterilen teslimiyet...

Hatırıma biraz sonra göstereceğimiz İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin bir sözü geldi:

“- Müridin mürşidine, mürşidin hak olması şartiyle teslimiyeti, ölünün gaslediciye teslimiyeti gibi olmalıdır!”

Yani, o ne tarafa döndürürse ölü o tarafa döner. Müridin hakiki mürşide teslimiyeti de böyle...

Şimdi, Seyyide-tün-Nefise Hazretleri’nin bir misali... Seyyide-tün-Nefise Mısır’dadır. Seyyide isminden de anlaşıldığı gibi ulvî nesle mensuptur. Kendi âleminde İslâm evliyasının en büyüklerinden biridir. Yalnız sağına soluna komşularına ihsanda bulunmakla maruf bir kadın... Yanındaki komşusu bir hıristiyandır. Ve kızı kötürüm, yatalak senelerden beri...

Kapısı çalınıyor. Açıyor kapıyı ve hıristiyan kadını görüyor. Kadın:

“- Benim mühim bir işim var, kızımı bekler misiniz?”

Diyor.

Bir müslüman velîyesinin cevabı ne olur?.. Derhal başını örtüyor, bir kelime söylemeden hıristiyan evine gidiyor. Ve kötürüm kızın yanına oturuyor. Bakıyor ki, güzel bir kız... Ve dalgın... Ve kötürüm... Hiçbir yeri kıpırdamaz...

Ellerini kaldırıyor İslâmın velîyyesi:

“- Allah’ım diyor; şu kıza sıhhat ver!”

Ve hıristiyan kadın döndüğü zaman, velîyyeyi kızını okşarken görüyor kucağında... Ve kız ayakta... Derhal müslüman oluyor.

Bütün bunlardan görüyorsunuz ki, herşey ahlâk meselesi... Ahlâk da, şu bizim bildiğimiz okul kitabı ahlâkı değil... Bunlar ahlâkın kırıntıları... Ahlâk büyük dâva... Ruhun tâbi olduğu fikir etrafında form kazanması...

Öyle ki, Muhiddin-i Arabî’den biri bir sadaka ister:

“- bana Allah için bir şey ver!”

Şöyle bir bakar, der ki:

“- Şimdi indiğim evden başka bir şeyim yok!”

Ve verir anahtarını, çıkar, gider.

Ahlâk budur!.. Ve ahlâk erişilir gibi değil... Bu, fikrin ta kendisi olan ahlâk... İşin hikmet tarafı ise, fikrin kendisi olan ahlâkın ne olduğunu bilmek...

Efendim; daha önce de temas ettiğim gibi, nefs denilen artist hilekârın üstün ahlâka da nüfuz arama şekilleri vardır.

Ve nefsin bu hilelerini her an sezebilmek... O, gayet mümkün... Umumiyetle zor... Bütün hıristiyanlık ahlâkı nefse eziyet şeklinde tecelli ederken yine nefsi doyurur. Oysa Şeriat, nefs eziyetten memnun hale gelince, nefsi o memnuniyetten çıkarmak için nefse yeniden hak verilmesini öngörür. İzahı çok güç... O nefs ki, balmumundan bir nesneye benzer. Her tarafa döner ve her şekle girer.

Şeriat bir kırbaçtır! Nefs yalnız onun dayağını sevmez!..

Onun için nefsi daha önce de söylediğim gibi kırmak değil eğmek lâzım...Büke büke hakikate irca etmek... Papazların, Budistlerin, Hind fakirlerinin nefs eziyetinin üstün ahlâkla hiçbir alâkası yoktur. Onların ki, yine nefsi ters tarafından nefse irca etmek dâvasıdır.

Şimdi müride geldik, mürid... İradesini teslim eden... Murada talip olan... Bunun İlâhi marifet yolunda birkaç vasfı var... İrade, istikamet, edep, vakit gibi... İrade sadece Allah’ı istemekle kalbin ayağa kalkması, şahlanmasıdır. İrade budur! İradeye ait bir küçük misal vereyim size... İradenin bir de Mahmutpaşa esnafına kadar düşmüş şekilleri var ki, bunlar çocuk oyuncağı... İradenin hakikati Allah’ı talepte kalbin kıyamı... İrade ihlâsla beraber herşeyin başı... İşi taklitçilikten çıkarmak için... İsteğin ta kendisi, dilek... Ve bütün hüviyetini, o istekte kümeleyebilmek, toplayabilmek...

Bir büyük velî, aklımız ermeyecek kadar bir büyük velî diyor ki:

“- Ben iradenin ne demek olduğunu bir kediden öğrendim!”

İzahı şöyle: Kedi, bir delikteki fareyi kollamakta... Bütün tüyleri kabarmış, bütün adaleleri gerilme, kasılma halinde... Kendisini farenin hareketine o türlü kaptırmış ki, hiçbir noktası boş değil... Tamamen oraya vermiş kendini...

İstikamet... Doğruluk demek değil mi?.. İşte bazı mefhumlar var ki, tıpkı bir balon gibi... İpi aşağıda ama, acaba kendisi nerede?.. İstikamet en zor iş... Allah’ın Resûlü, bir sûre için “Beni ihtiyarlattı” buyuruyorlar. İstikamet emrinde “Hûd Sûresi”... Düşünün ne kadar derin, istikamet... İstikamet her türlü tecelli önünde yine hakkı olan ölçüyü muhafaza etmek dâvasıdır. Ve edebin yanıbaşında...

Biraz sonra edebe gelecek sıra... Onun üzerinde de duracağız.

“Vakit” de basit gibi görünüyor, ama çok derin... “Vahdet-i vücut” ta göreceksiniz aslını... “Vakit” onun zaman deyimi...

Bugün, zaman ve mekân, felsefenin baş meselesidir. Hattâ zaman felsefeyi çıldırtan bir mefhum... Felsefe, zamanı halledemez!..

Zaman nedir? Onu ruhun bütün topoğrafyasını bilen tasavvuf ehli halletmiştir. Mazi bir kül yığınıdır. Gelmiş ve geçmiş devri, hattâ “hal”de olduğumuz zamanı bile nasıl mazi oluyor diye düşündükçe insan çıldırabilir.

İstikbal ise bir kuruntudur. Bir vehim... Bir plân... Olan vardır. Dem bu dem, saat bu saat... Yani “hal”, şimdiki zaman... Sofi “İbnülvakt”tir. Vaktin oğlu... Hiçbir işini bir ân ileriye tehir etmez, bütün hüviyetini o ân içinde toplar. Çünkü yarına ait her şey yalandır.

Daha önce bahsettiğim “Alafranga Kemal” (Sen Fransuva) isimli, frenklerin velî bildiği bir adamın sözünü söyler, dururdu:

“- Eğer hemen değilse ne vakit? Yani hiçbir vakit!”

Evet, şimdi değilse hiçbir vakit... Bunu Şeyh Muhammed Pârisâ Hazretleri, kendi ifadesiyle nakledeyim, şöyle anlatıyor:

“- Gafil halk tembelliğinden bir lâf eder: Yarın olsa da bir iş işlesem... Bilmez ki, bugün, dünü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın ne işleye?..”

İşte güzel söz budur!

Demek ki, müride ait vasıflar içinde vakit şuuru, zaman şuuru, “içinde olduğumuz hal”e aittir.

Derler ki: “Uykum geldi. Beş-on dakika uyuyayım da namaza sonra kalkayım!”

Bu bir yalandır!.. Nefsin uydurduğu bir yalan... Vakit gelince yıldırım gibi fırlamak lâzımdır.

Buradaki vakit şuuruna dikkat edin! Ve sofinin “ibnülvakt- vaktin oğlu” olmasındaki kıymeti anlayın!..

Şimdi edep...

Bu bahsin derinliğini anlatabilmek için size Abdülhakîm Efendi Hazretleri’nin tariflerini misal vereceğim:

“ Edep, hududa riayet etmek demektir. En büyük edep İlâhi hududu muhafaza etmektir.”

Ne kadar kuru görünüyor değil mi?.. İşte kuruluğu içinde ne kadar derin...

Ben bu derinliğe ulaştığımı zannettiğim bir mevsimdi. Pek gençtim. Otuz sularında... Abdülhak Hâmit, o devirde büyük babam yaşlarında... Seksenbeş civarında...

“- Ah, mürşidimi arıyorum!”

Der, dururdu.

“- Haydi, götüreyim dedim; sizi bir gün!”

“- Gideriz!”

Diye mukabele etti.

Bu konuşmaları büyük zata da naklettim. Karşılık verdiler:

“- O bizden yaşlı... Biz gidelim!”

Ama olmadı. Nasip değilmiş...

Ve edebin bu tarifini okudum Abdülhak Hâmid’e... Onun, şöyle yaslanıp da koltuğuna, bir “ah!” çekişi vardır ki, hiç gözümün önünden gitmez.

Evet; edebi anlamak... edep had meselesidir; had... Ve hududu riayet... Bütün kâinatın mimarisidir o had... Tıpkı ressamların önceden hazır karelere, şekillere uydurması gibi...

Avrupa’da bir kısım filozoflar da herşeyi doz meselesi addederler. Doz, kıvam, had meselesi... Yemeği de yapan edeptir. Yağ veya tuz fazla kaçtı mı, lezzet bozulur. Bakın felsefî mânada edebin derinliğine!..

Ve en büyük itikad edeple başlar!.. Allah’ın Resűlüne Allah dememek şartiyle ne kadar medih varsa hepsi azdır!.. Evet; Allah dememek şartiyle... Gördünüz mü işin haddini?.. Bir sahabîye nebî dememek şartiyle ne kadar yüceltme yapılırsa azdır! Bir velîye de sahabî dememek şartiyle ne kadar saygı gösterilse az...

Bunlar hep had meseleleridir. Had... Fakat ayağına basılınca “haddini bil” diyen adamın dilindekinden farklı... Bu had, yüksek tabakanın kavrayacağı haddir.

Haddin, edebin derinliğini anlıyorsunuz. Bir gün Eyüp Sultan Camiinin kenarında, Efendi Hazretleriyle otururken Abdülhak Hâmid’in çektiği “ah”ı kendisine naklettim. O da bir “ah” çekti ve dedi ki:

“- Din, edepten ibarettir!”

Çok derin... Bunu zevken anlamak lâzım...

Bazı kişilerin –çok mühim nokta bu- şeriate şeriat katmak için bir takım gayretleri vardır ki, işte bu edepsizliktir! Şimdi anlayın kaba softa ne demektir?.. Çünkü şeriat Allah’ın kanunudur! Ve kâmildir. Kâmil, ne zammı olan ne eksiği olan demektir?.. Ne ilâveye ihtiyacı vardır, ne indirilmesi kabildir. Sen nasıl, ilâveler yapmaya kalkıyorsun ona?.. İmam-ı Gazalî der ki:

“- Bazıları şeriate yardım etmeyi bir nevi hüner zanneder. Bilmez ki, bu şeriati eksik kabûl etmektir, gizlice!..”

İşte edep meselesi... Çok derin, çok ince...

Şimdi müride ait hallerle beraber, ilk talip oluşun ilk şartlariyle beraber, müridin dış rejimi geliyor. Ve mürid tarafından tasavvufun hakikatlerine doğru gideceğiz. Bu dış rejimi de iç rejim takip edecek...

Birkaç madde var müridin dış rejimine ait... Bunları eski tabirle ifade etmek lâzım gelirse şöyle: Kılleti tamam, kılleti menam, kılleti kelâm, zikri müdam, fikri tamam... Türkçeleştirelim: Az uyumak, az yemek, az konuşmak, devamlı zikr halinde bulunmak ve –irade meselesinde olduğu gibi- fikir tamamlığında olmak...

Bu onun dış rejimidir. Bunlar, nihayet ahlâka ait işler ve klişeler gibi görünür. Klişelerle iş bitmez! Bu vasıflar, hakikaten kemâl yolunun insanına ait vasıflardır! Az yemek, az uyumak, az konuşmak dedik. Bir sofranın başında damarları şişmiş, durmadan yemek atıştıran bir adamın biraz sonra kaşığını bırakıp size hikmetten bahsetmesine pek inanmayın! Sık sık görürsünüz; “fodlacı” derler bu tiplere... İşi gücü uyku olan ve boyuna lâf yetiştiren tipler... Çünkü sözden daha kurtarıcı ve ondan da daha batırıcı bir müessese yoktur.

Klişeleri bırakalım. Müridin asıl rejimi, iki nokta üzerinde toplanır. Biri zikirdir, biri râbıta...

Mutlak olan bir hakikati belirteceğim. Zikir herkesin malûmudur. Allah’ın ismini yadetmek, anmak... Ve bunu şöyle böyle anmak değil, merasimle anmak... O ismin bütün kudsiyeti içinde, o ismin derinliği içinde kaybolarak, eriyerek anmak... İş kelimede, harharada ve lâfızda değil... bu isim “Allah” isimidir. “Allah” ismi nedir, iyi biliyor muyuz?.. “Allah” Kâinatın Yaratıcısının hâs ismi (özel ismi)dir. İlâhi ismin sonu yoktur... Sayılanı ise mahdut... “Allah” sadece hâs isim değildir. Alem ismidir de... Alem ismi tuğra demektir. Yani marka... Başka türlü de yazılamaz. Bu isimdir, zikre medar isim. Anlıyanlara göre manidar sözüm... İsim budur.

Şimdi, zikir bütün tarikatlerin ve İlâhi marifet yolunun hemen hemen ana sermayelerinden biri olduğuna göre bütün yolların ayırımı kâbil, zikir çeşidi ile...

Tasavvufun, sadece, Allah Resűlünün bâtınına nüfuz işi, O’nun bâtınına sığınma işi olduğunu anlatmıştım. Şimdi oraya tekrar dönebiliriz.

Sevr Mağarasında Hazret-i Ebubekir’e “zikr-i hafî” yani gizli zikir talim etmişlerdir. Dilini damağına yapıştırarak Allah ismini kalbinden alarak –bunun rejimi uzun, şimdi oralara girmek istemiyorum- söylemek... Kalbine götürüp kalbinden alarak... Bu “zikr-i hafî”dir. Yani gizli zikir... “Zikr-i celi” ise herkesin duyacağı kadar sesli zikir...

Allah Resûlünün büyük emaneti, iki büyük sahabî koluyla ve yoluyla gelir. Biri ashabın en büyüğü olan Hazret-i Ebubekir kolu, öbürü ashabın yine en büyüklerinden olan –şüphesiz- Hazret-i Ali yolu... Hazret-i Ali yolunun zikri, celî zikirdir, açık zikir...

Şimdi hangisi üstündür diye düşünecek dahi değiliz. Mukayeseye takatimiz yok... Muktedir değiliz. Sadece, o yolun farikası açık zikirdir diyebiliyoruz o kadar...

Hazret-i Ebubekir yolunun farikası ise kapalı zikir... Başkası duymaz. Hatta kendi de duymaz, çünkü yoktur!..

Ve bütün tarikatler hemen hemen umumiyet halinde Hazret-i Ali’de son bulur. Hususiyet halinde, bir ana tarikat ise Hazret-i Ebubekir’de... O ana tarikatin de ana kolu üzerinde gelmiş ayrı kolları vardır. İşte, tarikatlerin intisap tarafları ve Allah’ın Resűlünde düğümlenmeleri...

Bütün bu anlattıklarımız, tasavvuf dine sonradan eklenmiş bir müessesedir diyen veya böyle zanneden cahillere de cevaptır.

Zikir kolların birinde gizli, birinde açık dedik... Zikrin inceliği, hudutsuzluğu bunlar... Anlatılır gibi değil... Biz sadece akla düşen hisseleri tarife çalışıyoruz. Gerisi mümkün değil... Size üzerinde denizlerin karaya vurduğu bir resim göstersem, resim ne kadar canlı olursa olsun, ıslanma hissi duyar mısınız? Fakat öbür türlü?.. Dalga sizi alıp götürüverir.

O anlatılmaz, yaşanır. Zikir budur.

Zikir hudutsuz bir denizdir.

İşte, Abdühakîm Efendi Hazretleri’nin bir ibareleri:

“- Zikir hudutsuz bir denizdir. Herkes o denizden bir hisse alır, onunla teselli bulur.”

Şunu da söyliyelim; zikri bir nevi harhara haline getiren, sadece gırtlaktan çıkan bir ses haline getiren ve öldüren insanların, zikrinden hiçbir şey beklemeyin!.. Böylelerini de gördük! Deliler gibi, tepine tepine Allah ismini söyleyenleri de...